Perşembe, Nisan 30, 2009

ben de



hayatın bazı parçaları öylesine üst üste yığılıyor ki, ki bunlar hep değişik parçalar, hayatın ışıkları, nefes alış verişlerinizden götürdükleri, aldığınız hediye gömlekler, yürüdüğünüz kaldırımlar, televizyonda görüp iç geçirdiğiniz parlak sarı saçlar, bütün bunlar üst üste yığılıyor, tabi bu işin eğlenceli kısmı; hiç de şekerli kadehlere benzemeyen parçalar çıkıyor önünüze, kocaman, sert ve dikenli parçalar, düştüğünüz her saniye, ve ağzınızdan çıkamayan, bilakis! ağzınıza tıkılan sözcükler, hakla ilgili olan tüm dengesizlikler, veya haksızlıkla, çocuk olmak diye tabir edilen tüm biriktirmeler kalbinin içinde, bilye sanki bunlar!, her anın, deliliğin ve içtenliğin yanlış anlaşılması, ki bu en korkuncu, en korkunç acı, sessiz; charles da yazmıştı paris yanarken alev alev; her parça bu kadar mı birbirine bağlanır ve bu kadar acı bir şekilde mantıksız görünür gözyaşları dindiğinde, bunca mı oturtur hiç kıpırdamadan koltukların en dip köşelerinde ve düşündürür boş tarlaları ve vurulan her fiskeyi, bütün haksızlıklardan sonra avuçlarınızın içine dünyanın en değerli incisiymişçesine konulan güzel bir cevap çıkmaz ki hiçbir zaman, çıkar mı ki her yanlış anlaşılmadan, ve en kötüsü, doğru anlaşılması gerekenin organlarınızı zehirlemesi içinizde yavaş yavaş ve tüm etlerinizi yakıyor olması; bir de mesela unutmamalı, bu üst üste gelen küçük, minicik hayat parçaları büyüyor, dalgaların denizi yutması gibi, ve eeeeeeeeeee dedirtmiyor bir süre sonra anlatılanlara, ve anlatılmaya çalışılanlara.

üzgün ve kırgın olmak yetmiyor, filmi başa sarmak, en başından itibaren tam olarak neler kırılmış ve hangi gözler gerçekten üzgün bakmış, gerçekten, bütün çığlıklar ve içilen acı sular, bakıp ağlanılan bütün yapraklar, diş macunu koleksiyonu gibi biriktirilen küçük anlar ve dakikalar, cesare'ye ilan-ı aşk, kime aitmiş en başından beri, ve kim samimiyetle korkuyor kaybetmekten ve kaybolmaktan, sırasıyla.

küvetim egoyla gelen bütün patlamalardan ve ardından gelen bütün rahatlıklardan dolayı bir ara suyla taştı, sonra sular çekilmeye başladı, geriye sabun kokusu kaldı, güzel, yalnız.

Salı, Nisan 28, 2009

bir gece çıkarımı

merhaba. burası bir bataklık.

sidik yarıştıranların çoğu dalgalı saçlarına rağmen boğuluyor.

üzgünüm.

Pazartesi, Nisan 27, 2009

sil baştan


kutsuyorum tüm nefretini, bilmiş kahkahalarını, azgın bir boğa gibi dört duvar arasında debelenen kıskançlığını! -ki anlayana aşkolsun; ne oluyor yani bu umutsuzluk, bu iki saniyede bir kafanın üstüne düşüşler, ilgi ve alakayla gözlerinin içine, vücuduna, kollarına, kalbine bakan bu ela gözler bile mi yardımcı olamıyor devam etmen gereken tüm hayat parçalarına, seni kaldırımlarda yürümekten böylesine alıkoyabilen bu muhteşem kötü güç nereden geliyor, neden sırf tüm göğüs kafesleri çok daha değişik tatlı kokularla ve bacaklar eklem yerleriyle dolu diye kendini top toplayan kısa boylu küçük bir oğlan çocuğu olarak görmek zorundasın kuzum; ben şimdi diyorum ki mesela, sanırım bu işin üzerine ne kadar fazla gidersem o kadar fazla yara alacağım, aslında alıştım da benim olmayan bir hayata, hiç mi hiç alışılamasam bile, yani anlıyor musunuz, naylon çoraplarıma, parfüm şişelerime, güzel ışıklı restoranlarda içtiğim abuk subuk çorbalara, yediğim aptal soslu makarnalara, evime, odamın girintilerine; bir türlü alışılamıyor neden bilmiyorum, bunca mı sıkıcı, böyle, dediği gibi, şunlardan, bunlardan ve onlardan mı ibaret miydi ki benim hayatım; oysaki ben güzel renkli camlardan, yumuşak halılardan, sıcak mutfaklardan filan hoşlanırdım; sözlerim ve arkadaşlarım da ne kadar harikaydı üstüne üstlük, ve manasızlıktan bir güzellik doğuyordu, hiç olmazsa çıkılan tüm sokaklarda ve yürünen bütün yollarda bu anlamsızlığın komikliği vardı ve bu devam etmemi sağlıyordu, hem de keyifle; dalga geçecek takati ve üstün görecek burnu büyüklüğü bile sunuyordu, ki bütün bunlar zaten çok eğlenceliydi, ve ııı yahu ben hayatımı nereye soktum ki dedirtmiyordu hiçbir sabah uyandığımda.

neyse yahu. ağla ağla geçer bay tekin, doğru dediniz zamanında,

sevgiler...





Çarşamba, Nisan 22, 2009

duvarın arkasına övgü


aslında dolmuş camlarından dışarı bakarken yağmurlu güne kırık bir tebessümle başlamanın gereği yoktu -her şey naylondandı o kadar!, ben öyle bocalıyorum ki son zamanlarda sevgili dostlar, güzellik ve çirkinlik arasında, ağaçlar ve ağaçevler arasında, pinolar ve şarlar arasında, zor yani gözlerimi açtığımda önümde beliren görüntülere bir anlam uydurabilmek, kendimi var etmekten bahsediyorum aslında salt, manalı bir sunum yapabilmekten hayata, on puan almak değil belki ama patronlara sinsi sinsi gülümseyebilmek, bütünüyle bir ruh rahatlığı içinde dolaşabilmek sokaklarda ve karşına çıkan rengarenk ve güzel kokulu mihrakların kabuğuna döndürememesi seni ve melek kemiklerini yok edememesi; aslında yaşamak tamamen bu basamağa gelindiğinde noktalanıyor, rahatlama basamağı, giydiğin elbiselerin, çıktığın seyahatlerin ve sevgili tokatlarının artık bir mana etmediği, pek de acıtmadığı, pek öykünülmediği basamak, bu basamağa parlak pabuçlarıyla basan her insanın çok üstün ruh hallerine, fevkalade güzellik sanrılarına kapıldığını görebiliyorum, bunu hissediyorlar çünkü yeşil gözleriyle çıkabilecekleri en üst, en yüksek, en korkunç basamağın bu olduğu hissi çilekli pastalar kadar tatlı, oysaki sadece camdan dışarı o ünlü kırıkla bakanlar bilir ki bu insanların bayıldıkları hayatları, bayıldıkları şansları, bütün ilişkilerindeki olağanüstü başarı, pek sevdikleri umursamazlıkları noktalanmıştır sevgili dostlar. nokta, sonra ne de olsa başka başka kastlar bulunur.

bir de mesela, yalnızlıklardan ve yalnız yürümekten konuşuyor olsam da mütemadiyen, insan üzerinden, tek bir insanın yediği brokoliler, dolaştığı caddeler, uçaklarda içtiği acı domates sularından konuşmak huzursuz ediyor azıcık; herkesi, kötü niyetlileri ve yalandan gülümseyenleri, hepsini kucakladığımdan filan değil, kendi kendine, kendi değerleri, kendi eşantiyon sabunları ve kendi şehirleriyle, kendi kendine oturmaları, sokağa bakmaları ve çay içmeleriyle, var olabilen; var olmak, devam etmek, yürümek ve yürümek için sadece kendine ihtiyacı olan insanoğlunu beki de içten içe kıskandığımdan, oluyor.

bal kokularıyla, muhteşem teraslarla, cam çiçekleriyle büyümüş, güzel zeytinyağlı salatalar yediği bahçelerde oturmuş, ne kadar kirlense de sürekli bergamut kokmuş ve gözlerinin elasında o statik acının ilk defa birini güzel yaptığı kadın. herkese iyi şanslar.

Salı, Nisan 21, 2009

klişe saçmaları - devam


tabi ki, saçmalamayalım kadın ırkı ve doğası, badem ağaçlarını sevebiliriz, güzel kokuları ve parkaları, santim santim değişiyor olabiliriz, her geçen gün kokular daha kıvamlı, sıvılar daha mavi, caz yapan barlar daha eğlenceli gelebilir, gözlerimiz rüzgardan ve güneşten ne kadar çok acırsa, o kadar çok anlıyor olabiliriz küçülmeleri, siyah çarşafları ve öğleden sonra iki buçukta panjurları kapatıp zifiri karanlıkta şarkıcı çocuk dinlerken o çarşafların içine girip içilen coronaları; anlıyoruz evet, bazen peşpeşe gelebilen güzellikleri, çarşafların arasından çıkıp yalnızlığınla hala güneş varken solda, şehre doğru yürümeleri, devam etmeleri, her zaman devam, bu sırada sürekli küçülmeleri, ve açık mavi kotun üzerine giyilen beyaz gömlekleri, ne kadar beyaz, o kadar hızlı; algımız açık bizim her dakika, -bi pavese anladı o da yanlış anladı lan!, temizlikle ve şampuanlarla ilgili ruhun bütün pisliği ve yapılan her hata, algımız hem de öyle bir açık ki, bizi sadece şiirler ağlatmıyor beyler, sonra şiirler çarpık duyarlı olmaya başlıyor, bu sefer böceklerle ve kirli odalarla ilgili kitaplar okunuyor, sırf göze girmek için yapılıyor bazen, ne acı!, bu şiirlerin verdiği öyle acı bir duygu var ki bazen, bundan konuşuluyor bütün gitmeler ve dergi kapakları, ve hissediyoruz bütün eksiklikleri ve toparlanmaya çalışıyor bile olabiliriz çoğu zaman.

ama önemli olan neticede hiçbir şeyin değiştiğini fark etmiyor kimse.

klişe saçmaları - bin


kendini paralarken aynalar, cetvel kıvamında baldırlar, martini kolları ve düz çizgiler için, doğruyu söylemek gerekirse, hiçbir şeyin değiştiğini fark etmiyor kimse.

Cuma, Nisan 17, 2009

ellis'e başka bir güzelleme


pembe uteruslardan çıkan kanlı bebekler, kasıkların açılmasına yardımcı olan oksitosinler, güvercinler ve arkalarında kuru ekmeklerle birlikte bıraktıkları koyu yeşil tüyler hakkında konuşmak üzere nüyork'un en tıknaz binasında yeşil etekli, vicodin gözlü kadınlar ve tekilalı gündoğumu kıvamında mükemmel ceket kesimleriyle ellerindeki minik topları havaya atıp tutan adamlar toplanmıştı. sanatın -ne ... sevdim zaten yoktular yahu!- neden var olduğuna dair en ufak bir fikri olmayan, ama getirilerinden -harikulade vanilyalı sabunlar, mavi çamların dikenli yapraklarının çıplak omuzlarına değdiği şampanyalı küvetler, iki defa baudelaire konuşunca yatağa atılmalar filan, en hoş şekillerde yararlanan, bedava kokteyller, yenmeyen karidesler, sonsuz kötü niyetli tebessüm edebilme imkanı, ki daha küstah, sonra daha küstah görünmek pek yakışıyor pahalı akşamdan kalmalıklara; gibi, bu defile insanları tam da burda, uzun dar ve beyaz duvarlı koridorun yüksek tavanına ve gümüş avizelerine bakarak titrek dudaklarıyla geveliyorlardı.



- kolyenin güvercinli pandantifi köprücük kemiklerini kalın gösteriyoraslında tam da normal doğumun doğaya doğru dönüşümümüzün müthiş bir metaforu olduğunu düşündürten bir roman okuyordum. burda bulunmak gerçek bir onur. sen ne düşünüyorsun?cabernet ve gece...gece...cabernet...oya'nın bilekleri su mu toplamış ki

-avizeler muhteşemmiş viktor. biraz kristallerini parlatmakta fayda var. oya bu arada terasımda güvercinler besliyorum. yok ya hayır kuru ekmekle değil, pardon bi tane daha alabilir miyim, birilerini öldürmeden yeterince havalı olunmuyor mu,

-piknik yapıyorduk evet. hayır ben hazırlamadım, istavritler fazla mı tuzluydu? akşam salt'ta. kalçalarım neden pantolona değiyortabi ki keyfim yerinde kuzum delirdin mi sen

bu insanlar yataklarından kalktıklarında limonlu sularla, hafif güneş ışıklarıyla, uçuyormuş gibi bir his yaratan varlıklarıyla rahatlıyorlar, nedendir bilinmez ama orta seviyede bir sinir birikimleri oluyor dirseklerinde ve saç diplerinde; ne kadar çok kahve içseler, ne kadar az konuşsalar da, boyunlarından sarkan kolyelerin çokluğu ve parlaklığı, ellerinin soğukluğu ve ojelerinin harika pembesi yerli yerinde bile olsa bir sinir harbi yaşanıyor, yüzlere geçirilen borges'le karışık espresso filan kokan kadın maskelerinden midir nedir, belmondo muhabbeti yaparken haşlanmış mısır yiyelim gibi eklektik saçmalarından mıdır bilinmez, kızgınlıklar ve lipitler dört bir yanlarını sarmış durumda. kırk ikinci caddeler, lacivert soket çoraplar, ilgi odağı olmalar, muhteşem kahkahalar atarken dirseğini kırıp dudaklarını elleriyle kapatmalar, hiç çıkış olmadığını, ve hiçbir zaman olmayacağını düşünmekten çekip çıkaramıyor bu a4 kadınları ve adamları.

-beni biri sevsin lütfenolur ben akşam uğrarım sana. begonvil aldım ama nasıl bakacağımı bilemiyorum. evlenmiş mi?gelen azap duygusunun verdiği kalp ağrısıyok bisikletle geleceğim. etek giydim. hıhı.

Pazartesi, Nisan 13, 2009

gerçeğin büyüsüyle katiyen muhatap olmayan monologlar


giderek bulanıyor bütün sular. sabahın üçünde gözlerin faltaşı gibi açık, biraz önce kafana üç balyoz darbesi yemişçesine bir baş ağrısı, kızgınlık, kıskançlık ve çığlıklardan kıpkırmızı olmuş yanaklar; nereye doğru sürüklendiğini hiç bilmiyorsun, çay mı içmek istiyorsun yoksa uyumaya devam etmek mi, dışarda olup bitenler zerre kadar umrunda olmuyor artık, dokunmalar vücudunu hatırlatıyor, bir türlü ufuk çizgisine varamamış gibi yıllardır, binlerce deniz mili yol gidilmiş, kasalarca rom içilmiş, eski hikayelerden konuşulmuş, korkunç masallar anlatılmış küçükler uyusun da büyüsün diye, hala aynı uzaklıkta, aynı heyecanla olmasa bile aynı küçük duygular.

bir yerin olamamasının getirdiği bir kivi büyüklüğünde kokular, londra asfaltlarından yuvarlanıp dizlerinin dibine düşen, yalnızlığın ve yalnız olmamanın kokusu, sinapslarının arasındaki iki milimlik alanın yumuşaklığının kokusu, huzursuzluğun, on iki saatlik mesafede deniz kenarlarına giderken arabanın arka koltuğundan yükselen yeşil erik kokusu; boşluğu hatırlatan ve yuvarlanmayı, üzerine giydiğin elbiseleri, saçma sapan konuşmaları ve yazdığın yazıları, karşındakini dinlemediğin her dakikayı ve ağaçlara bakakaldığın her saniyeyi hatırlatan, küçüklüğünü hatırlatan kokular, coco'nun burnundan çıkmış şeytani kokular, kelimelerin yanyana manalı bir şekilde dizilememesine yol açan, bütün inceliklerde bir art niyet arattıran, apartman girişinde bekliyorlar diye rugan çantaları olan kadınlara çatmaya yol açan kokular. bir hikaye yazmaya başlatmayan, korkuyu beklerken kokusu.

uyandığımda perdeler sallanıyor olacak başımın üstünden, beyaz, tül perdeler, güzel bir ışık olacak ve kızarmış ekmek kokusu; ilk defa mahvettiğimi düşünmeyeceğim ve gerçek kahkahalar atabileceğim; dördüncü kattan gelen bozuk akordlu gitar seslerinin sahibi uzun saçlı çocuk lotus pozisyonu almış bir şekilde camdan atmayacak kendini aşağı, vişne suları votkalıymış gibi gelmeyecek, telefon çaldığında bileceksin ki kimse hastanede yatmıyor, damarlarında tehlikeli ilaçlar dolaşmıyor, saçları açık renk ve örgülerden taşacak kadar gür; hiçbir sevgili kendini bir bok sanmıyor bu uyanılan dünyada, eskiler tutmuyor suratlarında küstah gülüşlerini ve çıkmıyorlar mor menekşeli evlerinden, sen karayiplere gitmiyorsun da güzel sigaralar tüttürmek için, karayipler bütün ananas kokularıyla sana geliyor, elma kokan sulara daldırmışken beyaz ayaklarını bileklerine kadar, kuğulu park'ta kendini temizleyen ördeklerin tüyleri parlıyor, salona akşamüstü vurmaya başlayan güneş harika saatlerin ve güzel arkadaşların habercisi, geçişler yumuşak, sorunsuz ve ciyak ciyak bağıran saçları düğüm düğüm olmuş o güzel kadının yerinde yeller esiyor.

Cuma, Nisan 10, 2009

2


çünkü her sözden on bin kırk tane anlam çıkarılabilirdi. çıkardığın anlamlar, giydiğin elbisenin düğmelerine, sabah kahvaltısında içtiğin kahvenin şekerine, aynadaki yansımanın içine iyi veya kötü akıp akmadığına, ormandaki tilkilerin o gün huysuz olup olmadığına, bodrum'daki depremin şiddetine bağlı olarak değişiklik gösterebilirdi. çünkü hayatın resmini sigaralarıyla, sarhoşluklarıyla, güzellikleriyle, debelenmeleriyle çizen bütün kadınların yaşamlarını kurdukları asıl temel, bu resmi bütün konuşmazsak-nasıl-olsa-unutur zihniyetleriyle karalamaya çalışan adamlara karşı gard niyetine aldıkları dengede duramama pozlarıydı! poz da değildi, sadece mavi sıvılar, sarı ışıklar, gizli kameralar, gece yarısı okunulan kitaplar, durmak ve düşünmemek, bir anlamı olmadığını bilmek hoşa gidiyordu; kimse kendi deri çantalarının içindeki güzel kokulu zehirlerden, içlerinde kor gibi yanan kıskançlıktan, kalplerindeki deliklerden filan bahsetmiyordu, bunun yerine sinema perdelerinin beyazlığından, plastik şişelerden, insanoğlunun ne mal olduğundan konuşuluyordu.


fark etmiyordu.


kırıklıkla hareket edip fırlattığın her akik yüzük yüzüne on ton ağırlığında sözlerle çarpıyordu. kanıyordu.

1


dün bizim semt pazarına gittim. mevsimi geçmiş koyu kırmızı portakallar, deniz börülceleri, çekirdeği kırıldığı için bütün keyfini kaçıran cinsten olmamış yeşil erikler tartılıyordu terazilerde. işte tam bu sırada, mavi önlüklü adamların ve çörekotlu kurabiye kokan kambur ve gözlüklü yaşlı kadınların arasından, ıslak yerlere basmamaya özen göstererek geçerken anladım.


dengesizlik ilahi ve ebediydi!

Çarşamba, Nisan 08, 2009

hacettepe yetişkinler hastanesi


sekiz buçuğu yirmi geçiyor. tam şu dakikada küçük detaylara fazlaca takıldığımı düşünüyorum ve gitgide başımın dönmeye başladığını. hayat kocaman! kocaman pembe açelyalarla, geri dönüşleri olmayan gitmelerle, kapı çarpmalarıyla dolu. insanların rengi, hayvanların çığlıkları, koşturmacalar, sakinleşmeler, birbirine karışıyor. bütün hayatları bir araya getirip metropolitan'dan fırlamışçasına mütevazı bir şaşaası olan bir resim oluşturmak için hem bu büyük hayatlardaki küçüklükleri, kadehleri, ilaç şişelerini, hezeyanları -ki yapılamayacak derecede korkunçtur geceleri gelenler, ayak bileklerini yadsımak, hem de tüm bu çirkin suratları, beyaz kargaları, yeşil sahaları, adı hüzünle biten tüm heceleri önemsemek, en azından anımsamak gerekiyor. gariptir, kişilik bölünmeleri yaşıyoruz en güzel parçamızı yaratacağız diye, tanımlarla, hastalıklarla uğraşıyoruz, üstüne üstlük bir de anlatmaya, inandırmaya çalışıyoruz, eteklerimiz buruşmasın, uçak biletlerimizin opsiyonları yandı-bitti-kül olmasın, piknik sepetlerimizin içinden çıkan solucanlar kötü yürekli taraflarından uyanmasın diye, küçük kuzenler üzülüyor, mutfak tezgahına vuran koyu sarı güneş ışığını kaybetmeye, tam bu sırada kadehler pembe şaraplarla, kaseler çiğ bademlerle dolmaya başlıyor, aynalar parçalanıyor çünkü kaldıramıyorlar bunca tatmini ve nefreti, şarkılar hep bölünmekten kaçalım! diye bağırıyor, kimisi yavaş, kimisi teneke sesleri çıkararak, küçük veya büyük müzikler yaparak!; birbirine zayıf kalmak için yakınlaşan, yüzlerinde sanat ve sanatçının durgun tebessümünü barındıran! insanların bulunduğu tarihi apartmanların modern dairelerinde, gül kurusu duvarlı, ortasında kaş antik tiyatro'dan -ki güneşin batışını seyredin orda, sarhoş olun, çalınmışçasına beyaz sütunlu odalarda yapılan muhalif müzik -ki muhalefet zaman geçtikçe yıkıp yerine ne koyacağım sorusuyla, insanın sırtının en ulaşamayacağı yerinin kaşınması duygusu uyandırıyor; sonra hayatın kendisi, tüm azmi ve tüm ahalisiyle yine, hep aynı sokaklarda, kızıl renkli köpeklerin salyalarında, gece uyunamayan dakikalarda, soğuk duvarlarda, bölünün! diye bağırıyor.


yankılanıyor çığlıkları aslı'nın kaleminde!

gelen sözlere karşı sıkıcılaştırma çabaları


bu sabah uyandığımda bütün benliğimden nefret eder durumdaydım. köpeğe saydırdım. pis yapraklı ağaçların diplerinde biten bayat sarımsı renkte çiçekleri koklayıp üzerlerine çiş yapmasını tasmasından sertçe çekerek engelledim. cebimdeki ev anahtarı yere düştü, onu yerden almaya çalışırken saçım ağzıma girdi, saçımı ağzımdan çıkarmaya çalışırken çektim, canım acıdı, küfredemeyecek kadar da uykum olduğu için sakin sakin yürümeye devam ettim. hayalet gibi, ama ruhen değil bedenen var olan, ruhun bütün düğmeleri sıkı sıkı kapalı, algılar tamamen silik durumda eve geri döndüm. yüzümü yıkadım, giyinmek için soyundum, vücudumdan tiksindim, anneme günaydın demedim, başım ağrıyordu, ilaç içmedim, küfredecek enerjiyi bulduğum için hızlı adımlarla hoşdere'ye çıktım, nefes nefese kalmadan. ofise geldim, odanın ışıklarını açmadım, sabahın çiğ ışığı arkamdaki pencelerden sırtıma vuruyordu. kahvaltı yapıp sigaramı içtim, A ve B noktalarından bahsetmedim çünkü şükretmeliymişim.





Cuma, Nisan 03, 2009

toplandılar babacığım


kayboluyoruz usul usul ve baş dönmeleriyle. yağmur yağıyor, güzel melodiler sarıyor etrafı, mideler bulanıyor ve hayat hakkında konuşulmak istenmiyor, biraz buruk oluyor hep ruh, biraz ne yapacağını bilemez durumda, biraz kasabanın en güzel limonlu tartı, zeka handikapları, kendini, kıyafetlerini ve sayılarını bach'ın martı'sına yem etme durumları, sesler yankılanıyor kulaklarda, çok çok kalabalık bir sokağın ortasında uzun eteğiyle sadece duran, duran, bakan kızın etrafından akan bütün kötü niyetli ruhlar, bütün vücut kıvrımlarını saran nefret, hırs kıvranmaları; hırs öyle önüne geçiyor ki bütün sakin tavırların, bütün ideallerin ve gözyaşlarının, kadınlara ve erkeklere dökülen, öyle sarıyor ki bütün kahvaltıları, arabalarda konuşulanları, not defterlerine karalananları, yavaş yavaş kopuyoruz birbirimizden, herkes düşüncelere, banknotlara, beynelmilel seyahatlere, votka toniklere ayrılıyor, halkla olan ilişkiler, neden halktan kopuk ilişkilere, neden halktan on bin milyon baloncuk kıvamında üstünleşmelere, mevkilere, harflerle tanıtılan gözlüklü yönetici kadın triplerine dönüşüyor, n'oluyor allahaşkına cicim!, can sıkıcı diyaloglar, ses yükseltmeler, halbuki burda oturmuş, gözlerimiz sonuna kadar açık, bütün duyargalar birbirinden hassas, gayet zeytinli ekmekler yeniyor, bademli el kremleriyle, yarım litrelik sularla, türk kahvelerinin içine atılan tatlandırıcılarla rahatlanıyor, nedir galaksinin bütün yıldızlarına, cristobalciğim!'den rugan ayakkabılara, yalnız başına oturduğun sertifikalı odalara sahip olmak için kıvranan bedenlerin halleri, taşıdıkları taşlar yukarılara doğru, bu taşlar ametist midir!, erzincan'ın metrelerce derinlerinden mi çıkmıştır, simsiyah; taşları daha kaydırmayı beceremeyen, minik mavi inci taneleri gibi ellerinde sıkı sıkı tutan, okşayan ve öpen insanoğulları, tebrikler.