Pazartesi, Kasım 23, 2009

insangarip

oya güzel olanı kaybetti. hiçbir gece doğrulanamıyor artık. hiçbir elbise mazeret kabul edilmiyor. her duvarda kötülük, ona ait olmayan anılar, yine de kıskandığı anılar, vücudunun her noktası kötülük, her saniye kötülük, geçmesini dilemiyor, ağlamıyor, telefonunu kapattı, numaraları sildi, her söz kötülük.

Cuma, Kasım 13, 2009

çığlık şekilleniyor


diyorum ki, bence bütün bunları unutalım, ne diyorsun? yani benim ikilemlerim, temiz siyah külotlu çoraplarımda, kışın giydiğim yazlık elbisede, yazın giydiğim yeşil kazaklarda kalsın, sen bütün bunlara kız ama sonra unut, unut ki geçsin, tren raylarına atlamasın hiçbir kırmızı rujlu anna, aldatmak çünkü ne kötü, güzelleştirmiyor geceleri, verdiği haz, iki çatal karamelli pastaya benziyor, sonra yakıyorsun bütün bunları, yani ben yakıyorum, ben geride hiçbir kitap sayfası bırakmıyorum, okuyorum bitiyor, bazen hatırlamıyorum bile, bazen feci şekilde küstah, ne yaptığını bilmez halde dolanıyorum, bu benim işime de gelmiyor halbuki, ama zamanında bir kahraman bana sen acılarınla varsın demişti, sen onları bırakmak istemiyorsun ki sersem; ben evime kız arkadaşlarımı çağırmakta, gece sokaklarda muzip muzip gülümsemekte kararlıyım, sen onun kararını bile veremiyorsun, haklıydı da, ben zaten bu dünyada en çok haklılığa kızıyorum, çünkü bütün haklılıklar haksızlıktan!, sonra çünkü kimse bu çorap söküğünün başı nerde diye sormuyor, evlere kapanıyoruz, düşünmemeye çalışıyoruz, düşündükçe yağmur yağıyor, ıslanıyoruz, tersimize dönmeye başlıyoruz, sağ elimizle sol taraftan belimizi kavramaya çalışmak gibi, ki bulalım doğruyu, değil mi, sorulara cevap verilir çünkü, saçma sapan haykırmalara değil, duşun altında geçiyor bu düşünceler, vücudunu zorlarken, terlerken, acı çekerek ve tavana bakarak, çünkü aslında gerçek his kaybolmuş durumda, samimiyetle ne söyleyeceksek söylemiyoruz artık, son üç ayımızda gösteriyoruz yüzümüzü, kana bulanmış bir paris marzipan kafesi çünkü istikamet.


ata!, bak seni hapse attırdım, n'oldu, hiç, ben akşam bütün bunları unutmaya güzel ışıklı bir yerlere gittim, sarhoş da olamadım, ipek gömleğin kolları yırtıldı, güldüm, ışık devam ediyordu içimde, kaybetmemiştim heyecanı, en çok bu yüzden seviyorum zaten kaldırımları, ve sen o gece kirli çarşafların üzerinde, veya yerde, veya sırtına batan tellerin üzerinde uyudun, bu arada hala savunuyordun gamohlar'la kredi kartı ihlalcisi haklarını. özür dilemiyorum.


kaçamadım. var olun, güzellikler, güzelliklerle şekillenen teras katları, kocanı kaptırdığın esmer kadın, var olun, çünkü burdan geçiyor kaybolmak, hoşça kalın.

Pazartesi, Kasım 09, 2009

38. koltuk


oya! beni ağlatma. benimle oynama oya. güzel kıyafetlerinin, manasız sözlerinin, hatırlamadığın hareketlerinin cefasını hep ben çekiyorum. benim güçlü bacaklarım, cesur cevaplarım, otobüs biletlerim yok oya, gücüm kalmadı, kalmak, saklanmak, elbiselerimi dolaplara kaldırmak, dolaplardan çıkarmak, yapabildiğim tek şey; sokağa çıkmaya korkuyorum, bardaklardan su içmeye, eve yürürken bakkala uğrayıp süt almaya, nefes alıp vermek bile korkunç bazen, öyle ki titretiyor bütün vücudumu içimde fazla birikmiş kirli oksijen, yüzüklerim parmaklarımdan düşüyor; ne de severek almıştım, ilkbahardı, güzel düşünmene yarar demişti sakallı bir amca, gidip yoğurt çorbası içecektik, vazgeçtik, bu sırada istanbul'a lacivert dalgalar çarpıyordu, ama ağlamıyordu bu şehir, tersine pek de ışıklarla, kahkahalarla sıkıştırılmış intiharlar yaşıyordu, tabi oya, benim buna bir mana vermeme imkan yok, ben kahkahalara çıldıran, ellerini sabunlu suyla yıkarken vücudundan boşalan bütün eski anıları, bir tavşanın peşinden koşacağım diye evimdeki rengarenk cennet papağanlarını unutan biri değil miyim; sıkıntıdan göğsündeki yeşil tüyleri yolmuştu gagasıyla sersem, çirkinleştirmişti kendini, aynı senin yüzündeki küçük tırnak çizikleri, dizlerinde küçük lacivert keklerin üzerine kondurulmuş yaban mersinleri gibi parlayan morartılar gibi, her geceden, her gündüzden bir iz, bunları taşımak kolay mı, ne zamandan beri şiddet içeriyor içlerinden kirli sular fışkıran kaldırımlar, üzerlerindeki ayak sesleri, tatlı içkiler ve temiz yatak çarşafları, ne zamandan beri sevişiyoruz şiddetle, şiddet içinde, şehirlere küfrederek ve yaşlanarak ellerimizdeki çizgilerle, ağzımızın kuruluğu, yıkıntılarımızın artması, yıktıklarımızın azalmasıyla, kararlarımız sürekli molozlar altındayken, beslenemeden, yaşayamadan, göremeden ölmek!, bedeninin değil, hayallerinin, güzel gri bulutların, manolya yapraklarının sana acıyarak gitmesi, sen avuturken kendini, hala bedenim sıcak diye.


güzel günler mi göreceğiz, geyiklerle dolu geceden mi korkuyoruz yoksa, üçer beşer.



dedem t.u'ya sevgilerle,




Pazar, Kasım 08, 2009

o

bana yanlış olanın işaretini yolla, yapmayayım, gitmeyeyim, kendim bulamıyorum

Pazartesi, Kasım 02, 2009

ellis kadınları bu defa bıçaksız



çok şaşaalı laflarla büyüyen ve damarlarının üstü mavi kalemlerle işaretli, gülümseyen, kedi sarısı saçlarının içinden küçük düğümler ve kahverengi ipler geçen, kavuniçi elbisesinin omuzlarından dökülen dantellerinin üzerine hafıza kaybı yaşayan bir akrabadan hatıra kirlenmiş elmas bir broş geçirmiş bir kadın çınar ağaçlarının altında birikmiş ve kurumuş kahverengi yapraklara basmaya dikkat ederek yürüdüğü kaldırımdan davet edildiği, su boruları öndeki gül bahçesine doğru kayan krem rengi eve geldiğinde tavuk karası kıvamında akşam olmuştu, tepelerin üzerinde lacivert pelerinli adamlar belirmişçesine heyecan kapladı içini, okuduğu bir romanı hatırladı; paslanmış yarı değerli taşlı broşları kabanından, beyaz ütüsüz gömleğinden ve tüysüz ve ölü derisinden geçirdiği saniyelerle yaşayan adamların olduğu bir romandı, bir otel yanıyordu şömineden sıçrayan ateşlerle, trabzanlarda orta yaşlı çirkin bir kadın duruyordu, taa zamanında yanlış seçimi yaptığı için saçları hep kirli, otel yanmaya devam ediyordu ağır halıları, yüksek tavanları, suratsız garsonlarıyla, broşlar pembe deriyle sevişiyorlardı, kaynıyorlardı birbirlerinin içine ve mikroplanıyorlardı yavaşça, algılayarak.




kapı aralıktı, müzik sesi gelmiyordu, yanda sallanan söğüdün dalları vuruyordu ikinci kattaki banyo penceresine, ve gölgesi küvete doğru düşüyordu, biliyordu; banyonun yerini, küvetin beyazlığını, küçük sarı lekelerini, ev buz gibi olurdu ama su her zaman sıcak, salon tezgahının altındaki dolaptan alınmış kristal kadehlerden içtiği pembe şarabı, vücudu temizlenirken, duyuları acıya doğru açılırken her geçen dakika, ve duyulurken içerden raylardan korkunç bir gürültüyle geçen yataklı tren sesi çıkarmaya çalışan adam.




midesi bulanmıyordu, çok büyük küpeler takmış, vicodin kollu kadınlarla, bütün yaşamlarını küvöz oksijeniyle geçiriyormuş gibi duran çok güzel adamlarla konuşmaktan çekinmiyordu beklediği kadar, biraz gözleri seğiriyor, kirpiklerine acemice sürdüğü maskara göz bebeğine değiyor, batıyordu, yanağını aşağı doğru çekiyordu maskaralar çıksın gözünün içinden diye, burnunu çekiyordu sonra, mor bir kadehle ne kadar çok lunapark kurulabileceğinin yeni ayırdına varıyordu, ne çok duvar yıkılabileceğinin, kaç vücudun aldatılabileceğinin, nasıl güzel sesler çıkarabileceğinin bu mor kadehin, içindeki parlak limon sarısı sıvıyla, loş turuncu ışıkta parlayan. hayır diyordu adam, parmakları havadaki ametal oranlarıyla bir derdi varmış gibi oynuyordu, korkak antiloplar gibi kaçışıyoruz, ne zaman beyaz korumalı tanklar görsek sokaklarda, kendi dışkılarımıza bulandırılsak, kızsak, bağırsak, sonunda yine kaçıyoruz, susuyoruz, yaralarımızla kalıyoruz ve iyileşmelerini bekliyoruz', kızarıyordu adam, çene kemiği güzeldi, derdi güzeldi, onunla yalnız kalınabilirdi, baş başa, veya kendi kollarının ve dizlerinin sadakatine terk edilerek.




yüksek tavanlı ve lekeli küvetli bu evde uyanacağını içten içe seziyordu ama saklayacaktı bu sırrı, içinde, diğer bütün hayaletleriyle birlikte, bütün günahları, kendini sevmediği dakikaları, yemediği bütün öğünleri ve gitmediği şehirleriyle birlikte, büyütüp, içine sığmaz hale gelene kadar, ki birbirleriyle sürtüşüp yıpranmasınlar diyeydi zaten, bunca sıvı alımı, bunca unutkanlık, mahmurluk üreten.