Salı, Mart 27, 2012

10,1

bir şarkı mırıldanırdım hastanede günlerimi geçirirken; yeşil ovalar, taze yapraklar ve kan kokusuyla, iyileşmeyen yaralar, sokunca derin sanrılara yol açan sineklerle ilgili bir şarkıydı; kollarımın arasında saçlarımı bütün gücüyle yolmaya çalışan bu kadına bağırmak istediğim, yüzüne sert bir tokat gibi inmesini istediğim tüm kendine gelmelerin özeti gibi bir şarkı; tüm ağaçların yenilenmesi, toprağın hiç kurumaması, hayvanların ölme isteğiyle dolup taşmamaları, durgun suların yüzyıllardır hiç hareket etmemecesine yaşadıkları dakikalar, hareket eden bulutlar, topraktan bulutlara doğru yükselen karbonlar, yanan kömür parçaları, sık çalılıkların arasından, ağaç kovuklarından süzülen mor ışıklar, güneşin batmasıyla su üstünde belirmeye başlayan tek hücreliler; insan duygularıyla, düşünceyle, hırsla, tabansız güven duygularıyla yoğrulmamış doğa; ve giderek güçlenen hıncı, organları olsa hepsini kullanarak kavradığı kılıçlarla bozguna uğratacağı, soyunu tüketeceği insanlık; sıkıca kavramazsam düşüp tüm bedenini salt duyguyla değil, en vahşi güdülerle yaşamaya devam eden bu felaketlerin içine fırlatacak kadını ya tüm gücümle yaşatmak ya da bütün zayıflıklarımla öldürmek için tahrik ediyor beni; ağır, kesif ve insanlığın, küçük erkek çocuklarının, küçük kadınların içlerine hapsedemedikleri çiğlikleri kusacakları kadar parlak bir istekle.  

Salı, Mart 20, 2012

10

kızın üzerinden lacivert ceketini çıkardı. beyaz kollarını boynuna dolayarak kucağına aldı. ceketi sırtına sardı, kırmızı yarasından vanilya kokuları geliyordu, kokladı, öptü yarasını, ıslattı. kız adamın kısa kahverengi saçlarına parmaklarını geçirdi, çekip bıraktı, sıkıca boynuna sarıldı. birkaç karga gürültülü kanat hareketleriyle kızı kaldırdığı çamurlu toprağa kondu; vücudunun izi kaldığı toprağı pençeleriyle eşelemeye başladı.


hep üstümden geçiyordu sözler ve altlarında kalmaktan boyun kemiğim, kafatasım kırılıyordu; kırılıyordu ama kalbime kadar inemiyordu kırık; kırığı engellemek için çünkü, sırf o uzun çatlak beyin damarlarımdan atardamarlarıma inemesin diye; öldürdüm, bıçakladım tüm duyguları; başımı kaldırabilmek için, başkaldırabilmek, başarabilmek, başlamak için, öldürdüm. izin veriyorum bu aptal adama, aptal; yaralarımı ve kesiklerimi bir yardım çağrısı sanıyor çünkü; bir küçük kız draması, intihara öykünme veya mırıldandığım çocuk ninnileri; bilmiyor, anlıyorum bilmemesini, bunların, tüm izlerin ve kıskaçların, aslında salt manasız bir hikayeden geriye kalmış artıklar olduğunu, bana artık hiçbir şey hissettirmediklerini, acıtmadıklarını, sadece durduklarını, ve bir yandan da, kasıklarıma baskı yapan kıskaçların, kıpkırmızı yaralarımın, derin kesiklerimin bir çeşit korkuyla doldurduğunu içimi ve yaşamaya devam etmemi sağladığını; bilmiyor, bilmesin ki kısa saçlarını böylesine kuvvetle çekmemin nedenini ona bağlanıyor olmam sansın; dramamın sığlığını, allahsızlığımı, kükürt kokularını görmesin, duymasın ki, gitmesin.

Çarşamba, Mart 14, 2012

9,5

çok sonraları düşündüğümde korkumun ve yenilgimin sadece tek bir adamdan kaynaklandığını anlıyorum; koskoca bir hissizlik yumağının içinde debelenirken ve çarptığım tüm bedenlere bulaştırırken ölüm duygusunu prusik asitler, kükürtler ve örümcek ağlarıyla, ve içimden fışkıran tüm vanilya kokularını; ve umursamazken pek de arkamdan dökülen tüm organ parçalarını, sadece yürürken durgun adımlarla, nefes alıp verirken ve geçip giderken; akan tüm dakikalarda duyuyorum bedenimde; bütün yaralarımda, beni acıtan adamın varlığını; beni sesimden alıkoyan, karnımı, kalçalarımı parçalamama, saçlarımı yolmama, tekrarlanan hareketlerle başımın sağ ve sol yanlarına vurmama neden olan, çam ağaçlarının, kabarık, siyaha çalan çalıların, küçük gümüşi rom kavanozlarının parlaklığına gözlerimi kapatmama zorlayan adamı; ağlamaktan vazgeçtiğim zamanlarda duyuyorum; çakılmak istiyorum, derin kuyulardan okyanuslara doğru, bulutlara veya herhangi bir yanardağ patlamasına doğru, çakılmak, karahindibalarla kaplı zeminlere doğru düşmek istiyorum; hızla, ama acı duymadan, çünkü acı çok uzaklardan duyulan bir çığlık veya lacivert bir gün batımı gibi kıyıyı dik kesen sivri tepeli dağların arkasından; koparıyorum kökünden ani bir hareketle kahverengi güzel bitkilerimi ve yaralarıma sürterek, saçlarımı okşayarak keskin uçlarıyla, ve inleyerek atıyorum kendimi ölü sinekler, menekşe yapraklarıyla dolu ağzını iştahla açıp kapayan kıskaçlarına doğru.

Pazartesi, Mart 12, 2012

9

plileri çamurlanmış eteğini yavaşça yukarı kaldırdı, düzenli bir şekilde açılıp kapanan kıskaçlara dokunmak istemiyordu; kıskaçlara etinin, kumaşların, ayaklarının değdiği an hissettiği korkuyla gelen tatmin duygusunun aniden kaybolacağını, çam ağaçlarının, siyah çatıların, salt ruhuna vereceği zararın boyutlarını düşünerek girdiği tüm kavgaların damarlarında dolaştırdığı o enfes duygunun uçup gideceğini adı gibi biliyordu; halının diplerinden büyüyen bu kahverengi bitkilerin güzelliğini nefesi kesilerek izliyordu; onlara dokunmaktan ve izlemekten çok daha ani, ipekten bir çaba sarfetmeliydi ki, aylardır ilk defa içinde büyüyen bu hisler daim olabilmeliydi, belki tekrar bir insan olabilir, tekrar bir insan bulabilirdi; belki ağaçlar, yeterince ılık denizler, yaban gülleriyle kaplı teraslarda el ele tutuşulup içilen ekşi şaraplar ölmekten öte duygular uyandırabilirdi içinde. yüksek binalara çıkabilirdi yine, heyecanlanabilir, saçlarını tarayabilir, yüz seksen derecede yanan fırınlara kapağını açmadan yalnızca bakmakla yetinebilir, sırf hakaret işitmek için denediği tüm aldatmalardan, mikrop kapmak için girdiği tüm ilişkilerden vazgeçebilir, sabahın köründe sokakta kimsecikler yokken kendine bir bardak daha doldurmaktan alıkoyabilirdi kendini; yaşayabilirdi; tecavüz dedi, içime sokmak için yeterince ince, ve keskinler. artık biliyorum.

Perşembe, Mart 08, 2012

8,5

zamanında bir hikaye yazmıştım kirli çarşafların üzerinde pineklerken fakat bu gördüğüm resim hikayede zayıflıklarımla canlandırmaya çalıştığım kadınlara ve erkeklere hiç benzemiyor; bu sahnede korkuyla, kırık camlar, veya içilmemiş akışkan sıvılarla alakalı bir şeyler var; bu yerde yatan garip kadının ağzından dökülen, deli saçması gibi görünen kelimeler bazı kapıları açıyor; yüzlerini hiç görmediğim ama her birini çok iyi tanıdığım canavarların, yüzyıllardır kuytu mağaralarda yaşayan bembeyaz canavarların isimlerini getiriyor aklıma; ekşimiş sütleri veya üç günlük bardakların içinde unutulmuş çay kalıntılarının üstüne büyümüş mantarları; güzel, çok güzel; yaraları ve örümcek ağına benzeyen izleriyle bu kadın bir tren kazasını andırıyor; üzerinden tonlarca yük taşıyan devasa trenler geçmiş, dünya savaşları, soykırımlar, kötü kokular geçmiş gibi bir güzel; ağzının yarası, alnındaki kesikler ve parmaklarından görünen mavi damarlarla bu tren kazasından o kadar tepkisizce kurtulmuş ki yaşadığına şükredemiyor insan.

Pazartesi, Mart 05, 2012

8

ani bir hareketle hala yarı baygın gözlerle bakan kadını belinden tutup omuzlarını yukarı kaldırdı, çamur ve kuru dallarla kirlenmiş ceketini çıkarıp üzerinde yattığı toprak zemine sinirli el hareketleriyle serdi, gözleri umutsuzluk ve heyecanla parlıyordu; çok benzeseler, aynı organlarını kesseler, aynı bardaklardan içseler ve aynı küvette yıkansalardı, ne kızın dar vücudunda devasa boyutlara ulaşacak olmasının düşüncesi bile tüyleri diken diken eden bu mide bulandırıcı bitki konu olacaktı ne de adamın ayaklarının altını simsiyah tozla kaplayan hastane koridorlarında yürümesi gerekecekti. ortalık sakinleşmişti, gölün üstünden yansıyan güneş ışınları adamın gözüne giriyordu; kızın yanına oturup karşı kıyıda sallanan çam yapraklarına baktı. kız mırıldanmaya başladı, siyah çatı, ince bir çam ağacı, -siyah çatı-, -ince, altın kaplamalı kapı tokmağı, bitkiler, halıdaki,- kıskaçlı, kaçalım, uzak, kaçalım yukarı doğru;

şaşırmamıştı, yutkundu, burnuna hafif, aydan kopmuşçasına bir kükürt kokusu geldi.