uzun süredir salonun nemli, uhumsu ortamında oturuyoruz, pepe odanın bir o kenarına, bir diğer kenarına sıçrıyor, saçlarını karıştırıyor, manuel kahraman edalarında, ne olup bittiğini anlayamadan, terlemiş vücuduna yapışmış gömleğiyle güvenini pazarlıyor, bense pepe'nin beni mıhladığı yerde sabit duruyor, çiçekli sabahlığımın ipleriyle oynuyorum.
pepe plan yapmaya uğraşıyor, belli ki şeytanın ölümüyle kendisine gereken yeni, cesur taşıyıcıyı bulmuş durumda ve güney amerika'nın akla hayale sığmayacak uyuşturucu pazarının içine beni de sokma konusunda fikrimi soracağa pek benzemiyor. sabahlığımın yolunmuş ipleriyle oynarken öğle yemeğinde içtiğim kahveleri ve yediğim sulu yoğurtları düşünüyorum; ve kanıma kokain karışmadıkça duyduğum huzursuzluğu hissediyorum, bunun zor olacağını biliyorum fakat pepe'ye bağımlılığımı anlatmanın daha da yıldırıcı olacağının farkındayım. sakinliğimi bozmamaya çalışıyorum, pepe'nin gözleri üstümde odaklanıyor.
el parque, diyor manuel'e, bir parktan bahsettiklerini anlıyorum, gerisi anlamsız laf öbeklerinden ibaret geliyor, fakat manuel'in güvensizce ve endişeyle başını salladığını görebiliyorum. ella no es apto, diyor manuel, başını iki yana sallıyor, tırnaklarını yiyor, gömleği her zamankinden daha ıslak ve yüzündeki dehşet ifadesi ona ilk defa fark ettiğim bir şehvet katıyor. gerçekten korktuğunu hissediyorum.
aniden önümdeki alçak sehpaya elimle vuruyorum. saçlarım havalanıyor, ani hareketimle iki adam irkiliyor, fakat benim yüzümdeki ifade değişmiyor. bakkaldan süt almaya çıkmışçasına bir sakinlikle bildiğim dilde konuşmalarını yoksa beni dahil etmeyi planladıkları hiçbir işi yapmayacağımı, üzerimden kolayca geçecekleri bir orospu olmadığımı söylüyorum. pepe'den bir bardak rom istiyorum ve az kalmış olmasının beni ilgilendirmediğini ekliyorum. güneş ışığından açılmış saçlarım sakinleştikçe önüme düşüyor ve oda dışarıdan gelen rüzgarla deniz kokuyor.
güney amerika'yla orta amerika'yı ayıran doğal sınırdan, darien milli parkı'ndan bahsediyorlar ve malı panama'ya geçerek, parkın içinden costa rica'ya; amerika'ya, vahşete, beyaz adamlara ve aklıma gelebilecek her türlü tehlikeye doğru geçirmem gerektiğini söylüyorlar.
bir yılı aşkın zamandır tanrının kan görmekten en çok hoşlandığı topraklarda yaşıyorsun kızım, fıstık gibi beyaz bir yavrusun ve şimdi bana kendi adamlarının, gringoların olduğu yere geçmekten korktuğunu mu söylüyorsun, diye soruyor pepe; beelzebub, krem rengi lavantalar ve göğsüme batırdığım ve böylece hayat bulduğum broşlardan habersiz, en çok irkildiğim şeyin gerçek dünya, konuşan insanlar, sabahlar ve geceler olduğunu bilmiyor; ona tüm bunları anlatamayacak denli yorgun hissediyorum kendimi.
çiçek böcek seviyormuşsun sen?
birden doğruluyorum, aklıma içi suyla dolu tombul yeşil yapraklar, kırmızı ayva çiçekleri, dikenli güller, arkalarına saklanabileceğim gri çalılar geliyor; çocukca bir masumiyetle, park büyük mü, diye soruyorum.
pepe iğrenç şekilde şeytanı anımsatarak sırıtıyor. ah be yavrum, tek derdin bu olur umarım, tanrı bizi kutsasın, diyor ve rom dolu bardağını benimkine hafifçe vuruyor.
Çarşamba, Nisan 01, 2015
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)