seninle birlikte büyüyen bir bebek arabası elinde, ayakkabılarınn kırmızısı çok rüzgar esen şehirlerin tozla kaplanmış kaldırımlarına bulaşmış, rengini attırmış, kavuniçiye dönmüş burnu ve topukları; zayıf hissetmiyorsun kendini hayata karşı aslında, daha olmamış bir sürü hikaye var, kumral dalgalı saçlı arkadaşlarına anlatacağın herhangi bir bahar ayında, çimlerin üzerindeyken; ayvalık'taki yazlığı getirsen aklına mesela, o kadar da zayıflamıyor hayatın, sen bisikletin üzerinde, saat yedide akşam ve beyaz saçlı karı kocalar enginarlarını yerken yediverenler açan verandalarında, sürerken deniz kıyısı boyunca, beyaz zambaklar değerken dirseklerine ve acıtırken zehirleriyle; göğsüne çarpan rüzgar zayıf hissettirmiyor hayır, bütün söylediklerinin kumları havalandıran lodosun arasında birilerinin canını acıttığı düşüncesini getirmiyor aklına, balkonlardan gelen çatal bıçak sesleri, sürahiye doldurulan su, senin bisikletini sürdüğün o upuzun güneşli yol ve yerdeki çarpık kaldırım taşları dengede duramadığın zamanları, herkesi, kendini aldattığın sabahları ve çarşaflara sarıldığın geceleri, fotoğraflarını çektiğin mavi alacakaranlıkları hafifletmiyor, ama zayıf da değilsin o an, yeşil desenli kirlenmiş halının üstüne oturup sırtını yatağa yasladığında, dururken sadece, ki durmak ne zamandan beri gardını arttırıyor insanın, soluklarını yavaşlatıyor, o bir gün satın alıp içinde yaşayacağın küçük gül kurusu evin verdiği heyecan salonun ortasında bomboş duran bir küveti getiriyor akla; kendi iplerini çözmeye başladığın an yani, vücudunu ve bileklerini sarmalayan bütün kırmızı iplerin düğümleri serbest kalmaya başladığı an anlıyorsun ki nefret çarpıyor odanın bütün duvarlarına, bu sırtından dökülen inciler kadar üzmüyor seni, rüyanda yüksek sivri uçları ankara'nın soğuk bulutlarına çarpan canterbury katedralinin ulus meydanında yükselmesinin, katedrala giden rayın üzerinde vızır vızır ilerleyen yuvarlak hatlı küçük arabaların yaptığı hızın, veya yanlarından sular dökülen spirallerin küçük insanları aşağıdaki duş kabinlerine götürdüğü garip eğlence merkezinin huzursuzluk verici, bir o kadar da anormal olduğunun farkına varıyorsun, yavaş yavaş anlatmaya başlıyorsun kendini sana, duşun altında, gözlerini kapatarak; elli kilo kadar bir suçluluk duyuyorsun ve söylenilenin aksine bu geçmiyor. ama anlıyorsun, baharda güneş batarken yine de kalbin çarpacak, ve ruhunu ayarlamak istemeyeceksin doktor masallarıyla, senin gibi, bütün gülümseyen kadınların bakımsız bir havaalanında toplaştığını düşüneceksin, uzaklarda, bir adada tek odalı bir apartman dairesi bulmak için, ve suçu paylaşmak, parçalara bölmek, üzerindeki yapay vişne aromasıyla küçük kağıt kekleri dağıtıp yermiş gibi, yüzsüzce.
Salı, Ocak 12, 2010
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
sırça köşklerde ne balık olur ne yuvası fanus.
YanıtlaSilama akşam erken iniyor mahpushaneye bunu bil.
lemi
her seferinde de ağlanır mı?Evet.
YanıtlaSilbunu sana yazdım
YanıtlaSil