Salı, Aralık 07, 2010

neden yaptın


dikiş attık karşılıklı, çift taraflı dikişler oldu bunlar, pembe yanakların, aslında hiç de özel olmadığını sonradan anladığın renkli boncuklu lokantaların, çıplak yatılan yatakların, çamaşırların öylesine fırlatılmış olduğu komodinlerin üzerine atıldı dikişler; acıttı, bir sürü kuşlar uçtu, sivri gagalı martılar ve kaldırımda bulduğu armutları dişleyen kuzgunlar; başının üstünden ve bileklerinin kenarlarından uçtular ama dalgalar durulmadı, herkes birbirinin kuması oldu; tek taraf bunu fark etmedi, ama belki de o kadar akılsız değildi, ve yalnızca işine gelmedi; af dilemek o kadar da zor değildi, çünkü duyulması gereken utanç sığmıyordu tekmelenmiş dizlerin yarasına, kadın kokularına, kadın kısmına belki ve bozukluğuna; ve yürürken organlarında hissettiğin acıyı, anlatmaktan feci bir tedirginlik duyduğun o bulantıyı, her eşyanın hatırlattığı yükü, küstahlığı ve aldatmayı geçirmiyordu; masmavi bulutların arasından bir gün yürüyeceğin boylamasına upuzun parkları, cam şişelerden içeceğin böğürtlen sularını, yakacağın sigaraları düşünmek, tren garlarını ve küçük marketlerden küçük paralara alınmış sofra şaraplarını aklına getirmek bile korkunçtu artık; düşünmek ne korkunçtu, bütün iplerin ucundan istemesen de birbirine bağlanması ve vücudunu sürükledikleri yerde yalnızca bir adam ve alelade bir kadının ve daha bir sürü kıymetsiz kadınların anısı olması, tüm güzelliklerini, küçük güzelliklerini, büyük düşlerini, loş ışıklarını, kitapların o çok sevdiğin ilk sayfalarını, onun o üzerine geçirdiğin kazaklarını, evinin antresindeki spot ışıklarını, yatak odasından elma bahçesine açılan büyük pencereyi, aklına tezer'i hayal edince bile geçemeyecek kadar kazınmış olan o görüntülerin olduğu bar köşelerini, gellerini, gitlerini, ruhunun dize gelmez sinirini, ve bunun her dakikasını lanetlemiş adamı, alıp götürüyor ellerinden; kire bulanmış süprüntüler olarak geri veriyor sana, yaşamının yani, senin, uyandığın her sabahın, oturduğun ve kalktığın her dakikanın sivri bir tahta parçasıyla oyulması, akan kanın hiç durmaması gibi, ince bir tül gerilmiş vücudunun üstünden yapılan bütün hakaretlere karşılık çaresizce ağladığın, ama basbayağı ağladığın, öylesine iç geçirdiğin değil, ve üstüne üstlük tüm bunların ona yalvardığın gerçeğiyle, sadece bu, bomboş eller, atılan suçlardan kapkara bir kalple sokağın ortasında öylece durduğun için; basbayağı sonlandırılması gibi bir hal alıyor, tedirginliğin camlara vuruyor, kontrol edilemez bir hale geliyor, güçleniyorsun, krııyorsun; kırıklığından, sonra susuyorsun, elden bir şey gelmiyor,


tüm insanların yanından bu yüzden uzaklaştığını, bu yüzden kimsenin, kimsenin olmadığını, bu yüzden kimsenin kalpten sevmeyeceğini bir anda, arkasında duran o küçücük yosmayla söyleyivermesi, seni tamamen değersiz, manasız, rezil bir parçası yapması hayatının, basit bir ayrıntı olarak kalıyor, ne kadın geçiyor, ne adam, ne dikişin çift taraflı olmasıyla gelen o suskunluk, ne suskunluktan içine kıstırdığın şiddetin.


en çok şiddet kalıyor, ve şiddetle asla bitmeyecek hükümlülüğün.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder