ıslak zeminde yatarken aklıma bir hikaye geldi, yirmi üç eylüldü, gölün etrafını çevirmiş yüksek tepelerden birine tırmanmaya çalışıyordum, bacaklarıma ısırgan otları batıyordu, havada vızıldayan sinekler kollarıma konuyordu. hava kararmaya başlamıştı, ortalıkta kimsecikler yoktu, aşağıdan kıyıya vuran suyun sesi duyuluyordu. çığlıklar ve organ nakilleriyle şekillenen, çıplak ayak bastığım toprak ve çimenden kapacağım mikroplar, bakterilerle tutkulaşan korku duyma saplantım büyüyeceğine giderek ufalıyordu, paraplatinler, haloksanlar için denenen ve sonrasında küçük bir parmak hareketiyle boyunları kırılan kobay farelerin depolandığı beyaz kavanozları, ucuz ve pembe fahişelerin dolaştığı kirli halıları, tabancaları ve süngüleri düşünmeme, tüm kapıları açık bırakarak uykuya dalmama, düzenli şekilde üç'lerde uyanmama rağmen, tüm bu felaketin ortasında kısa etekler, köprücük kemikleriyle dolaşırken yine de korku bekliyordu, korku yoktu, korkuyla uyanmıyordum rüyalarımdan.
engebeli yokuş hafifçe düzleştiğinde karşımda uzun ve ince bir çam ağacının, siyah çatılı küçük bir evi arkasında gizlediğini gördüm. kalbimden yüksek bir ses geldi.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder