giderek bulanıyor bütün sular. sabahın üçünde gözlerin faltaşı gibi açık, biraz önce kafana üç balyoz darbesi yemişçesine bir baş ağrısı, kızgınlık, kıskançlık ve çığlıklardan kıpkırmızı olmuş yanaklar; nereye doğru sürüklendiğini hiç bilmiyorsun, çay mı içmek istiyorsun yoksa uyumaya devam etmek mi, dışarda olup bitenler zerre kadar umrunda olmuyor artık, dokunmalar vücudunu hatırlatıyor, bir türlü ufuk çizgisine varamamış gibi yıllardır, binlerce deniz mili yol gidilmiş, kasalarca rom içilmiş, eski hikayelerden konuşulmuş, korkunç masallar anlatılmış küçükler uyusun da büyüsün diye, hala aynı uzaklıkta, aynı heyecanla olmasa bile aynı küçük duygular.
bir yerin olamamasının getirdiği bir kivi büyüklüğünde kokular, londra asfaltlarından yuvarlanıp dizlerinin dibine düşen, yalnızlığın ve yalnız olmamanın kokusu, sinapslarının arasındaki iki milimlik alanın yumuşaklığının kokusu, huzursuzluğun, on iki saatlik mesafede deniz kenarlarına giderken arabanın arka koltuğundan yükselen yeşil erik kokusu; boşluğu hatırlatan ve yuvarlanmayı, üzerine giydiğin elbiseleri, saçma sapan konuşmaları ve yazdığın yazıları, karşındakini dinlemediğin her dakikayı ve ağaçlara bakakaldığın her saniyeyi hatırlatan, küçüklüğünü hatırlatan kokular, coco'nun burnundan çıkmış şeytani kokular, kelimelerin yanyana manalı bir şekilde dizilememesine yol açan, bütün inceliklerde bir art niyet arattıran, apartman girişinde bekliyorlar diye rugan çantaları olan kadınlara çatmaya yol açan kokular. bir hikaye yazmaya başlatmayan, korkuyu beklerken kokusu.
uyandığımda perdeler sallanıyor olacak başımın üstünden, beyaz, tül perdeler, güzel bir ışık olacak ve kızarmış ekmek kokusu; ilk defa mahvettiğimi düşünmeyeceğim ve gerçek kahkahalar atabileceğim; dördüncü kattan gelen bozuk akordlu gitar seslerinin sahibi uzun saçlı çocuk lotus pozisyonu almış bir şekilde camdan atmayacak kendini aşağı, vişne suları votkalıymış gibi gelmeyecek, telefon çaldığında bileceksin ki kimse hastanede yatmıyor, damarlarında tehlikeli ilaçlar dolaşmıyor, saçları açık renk ve örgülerden taşacak kadar gür; hiçbir sevgili kendini bir bok sanmıyor bu uyanılan dünyada, eskiler tutmuyor suratlarında küstah gülüşlerini ve çıkmıyorlar mor menekşeli evlerinden, sen karayiplere gitmiyorsun da güzel sigaralar tüttürmek için, karayipler bütün ananas kokularıyla sana geliyor, elma kokan sulara daldırmışken beyaz ayaklarını bileklerine kadar, kuğulu park'ta kendini temizleyen ördeklerin tüyleri parlıyor, salona akşamüstü vurmaya başlayan güneş harika saatlerin ve güzel arkadaşların habercisi, geçişler yumuşak, sorunsuz ve ciyak ciyak bağıran saçları düğüm düğüm olmuş o güzel kadının yerinde yeller esiyor.
evet evet ben sana aşığım uzaktan pembe peçeteli hem de
YanıtlaSil