Perşembe, Mayıs 28, 2009

hikaye


oya'nın kısa vadede hiçbir işe yaramayacak çırpınmalarını dinlemekle geçiyordu hayat. saat on birde yattığında yorganın altından, karnından gelen gurultuların şikayetiyle, bir küçük mavi renkli ağrı kesici, şekersiz pastil ve az dozajlı parasetamol yüzünden midesinin ekşimesinin verdiği rahatsızlıkla, büyük, geniş, gürültülü bir caddenin tam ortasındaki gül kurusu apartmanına doğru yürürken kahverengi ayakkabısının bilek kemiğine verdiği acıyla, yine bu apartmanın ikinci katta, içine güneş girmeyen soğuk dairesinin balkonunda, babasının getirdiği ve diktiği cam çiçeklerini sularken ıslak zeminde kayıp düşmesinin getirdiği ağrıyla geçiyordu; her saat başı kendime ve ona kahve doldurarak siyah fincanlarda. oya terk edildiğinden beri, ki bunu yine kendi istemişti, kendini terk ettirmişti, belki bunu söylemek çok acı, belki de haksızlık oya'nın anlamlandırmaya ve dışarıya akıtmaya çalıştığı bütün mavi hayaller, kaldırımlarda gördüğü uçak gölgeleri, oturulabilecek yükseklikte duvarlarda bacaklarını aşağı sarkıtarak açılmış bağcıklarını bağlarken duyduğu neşe adına, veya salt oya'nın iç huzuruna yarayan tüm renkli ve fani parçaları düşünüldüğünde hayatın; yine de terk edilmişti' demek oya'yı, oya'nın bütün merdivenlerini, gitmelerini, gelmelerini, yediği ve attığı bütün tokatları, gardrobunda biriktirdiği vanilyalı sabunları, yorgun ve kırmızı gözlerinin arkasındaki yedirememişliği ve öfkeyi hafife almak, veya kendisinin fazlasıyla masum olduğu hezeyanına kapılmak manasına gelebilir ki, zinhar bir tutar tarafı yoktur bunun.


bu etken veya edilgen terk meselesinden sonra oya'nın kısa vadeli samimiyetsiz çırpınmaları belki çok sıkıcı birer klişe, hiç de çekici olmayan fazla dar bir elbise veya kendi güzelliklerini ve yeşil gözlerini ve tüm yeteneklerini kısa ve doymuş cümlelerle anlatmaya çalışan geniş bir kadına benziyor olabilir, flora'lar ve posen eteklerle hala tatsız.

Perşembe, Mayıs 14, 2009

masume de olabilir?


çok geç kalıyoruz, geç kaldık kısa şortlarla çıkılan bütün yolculuklara, yine de olabilir diyecek kadar cömert, geçer diyecek kadar yaşlı, hala ama'larla başlayacak kadar küçük; sürekli hayattan kapabildiğin cevabın ne olduğunu bulacağım diye didinirken geç kaldık bu arada, nedenlerde çok takılarak ve saksılardaki çiçekleri sulamayı unutarak, bekleyerek, bekleyerek bir gün onu da yapacağız diye, ve hep, yine bekleyerek, buruklaşırken giderek bu bekleyiş, beklenen de küçük bir piknik!, iki adet sade kahve, veya iki gece, birlikte; bütün sözlerden uzak yaz tatilini berbat eden mesela, efendim neymiş aynaya bakmamam gerekiyormuş, böyle sevmiyormuş, pek de sıradanmış, parlamıyormuş, bu sözlerden yani, gece maskaranızı akıtan sözler kaldırımlarda, veya yalnız başına öğle yemeği yedirten sözler ahşap bir masada, ve işin garibi ana fikrin her daim başka türlü anlaşılması sonunda.

aklım hülyalarda, siyah bavulların file kutucuklarına saklanan makyaj pamuklarında, sessiz gemilerde, ali macgraw eteklerinde kaldı; vücudum temmuz'da, bekleyişlerde, bazen de iyi geliyor demek ki beklemek, ama heyhat!, hiç masum olamayacağım, muhaceret büroları veya birinci sınıf koltukları, aynı geçişler, değişmeler, gelmeler, gitmeler.


pancar davetlerine açığız.






Çarşamba, Mayıs 06, 2009

bu ne ama (isim)?! psikolojik mi yani bu yeter be çekemeyeceğim kuzum!


bir erkeğin yanında ölçülerden, soslardan, uzunluk ve genişliklerden bahsetmek, bir de üstüne üstlük, tüm yeşil zeytinlere, müthiş kaval kemiklerine ve jil'lere rağmen, bahsederken saçma salak plath çırpınmaları geçirmek beni bir ara küstah küstah laf attığım hadi gel beni kurtar hezeyanlı -bakın burayı uzatmıyorum hakikaten artık sadece kendime döneceğim, insanlarla (efendim?) aynı hizaya getirdi!


akşam olsun viktor.

Salı, Mayıs 05, 2009

söz


giydiğin elbiselerle dönüp duruyor hayat, verdiğin sözlerle ve içten olmakla özür dilerken, yaşadığın her dakikanın rahat geçmesi veya geçmemesi arasında bir seçim yapmaya zorlanırken, bu sırada bakın zaman geçiyor!, düşündükçe telaşlanıyor insan; bir ağaç daha göreyim, köpeğimi bir kez daha seveyim, yarın bütün sokak yemeklerinden yiyeyim, karanfiller alayım, kurutayım sayfaları sararmış kitapların içinde, tavanımı boyatayım gece mavisine; bu sırada doğru yaşamak da gerekiyor, attığın her adımda kararlı görünmek, neşeli ve kuvvetli, karşındakine taviz vermemek ki alttan aldığını hissedince üste çıkmasın! kolalar, bahisler ve yeni yemek takımlarıyla, ama bütün bunların bir manası olması da gerekmiyor!, bütün bunlar senin kurguladığın, içine kendini kattığın, insanları kendi isteğine göre dizdiğin bir oyun da olabilir pek tabi; sen belki de, her sabah uyandığında diz kapaklarına, saçının kıvrımlarına, boynundaki yasemin kokusuna hayran olup, akşam bunun tam tersi hisleri insanlardan çıkarmaktan keyif alıyorsun, sonra yapılan bütün haksızlıklar, söylenen sözler, cuma günü de mesela şöyle şöyle yapmasaydın böyle böyle yapmayacaktım, senin kolların daha kalın ya sen taşıyabilirsin o yüzden, bir şişe tekila, on tane filan bira lan az da değil yani ağırlığından bahsedeceksek plastik torbaların, hayal kırıklıkları, sürekli aynı oyun bu kuzum!, hep aynı gözyaşları, bundan mı sıkıldı ne adam, pekala olabilecek bir şans bu; ama biliyor musunuz sıkıntı değil aslında can acıtan, tezer de bundan bahsederdi, kahvelerden ve güzel sohbetlerden, ve bunlardan, limonlu tartlardan bahsederken, en acısının, hep o çizgide yaşamak, o çizginin inceliğini ve kalınlığını ezberlemek, bir adım atınca bu çizginin ötesine, geri dönülemeyen noktalara gelmek elli sekiz saniye sonra, düşünsenize!, nasıl bir enerjidir bu, nasıl bir açığa çıkmadır ki karşıdakini de delirtecek kudrete sahip, sonra geriye kalan aptal iç çekmeler, şişeler, hala etkilenilen, ama anlaşılmayan ışıklar, hiç mi hiç sağlam olamamak bünyenin içinde.

bin dokuz yüz seksen dört sıçanları gibi etrafa yayılan o rezil duygu, o sindirilmişlik ve tüm bunlardan doğanlar, çoğalanlar, toparlanamayanlar.