Cuma, Şubat 27, 2009

bir altmış sekiz güzellemesi


ilk tomurcuk açtığı o saat, ve sabah yediyi yirmi geçe senin üşümüş ellerinin arasında bir tasma tutarken o açık yeşil tomurcuğu görüp heyecanlandığın saat, tam o saat aslında bir şey düşünüyoruz, bir şey, ve hiçbir şey düşünmemekten daha iyidir, hiçbir şey düşünmemek, hiçbir şeyden daha iyidir, çünkü hiç bir şeydir, yabanmersinli kek gibi, veya oturduğun rahat bir koltuk, sabah saçlarını tararken odaya yayılan bal kokusu gibi, küçük bir odadan dağınık kıyafetlerle çıkıp salonda oturanlara gülümsemek de olabilir, hayal gerçeklemesi elle tutulabilir!, serge'in içtiği hiç bir gitanes zararlı değildir, yanında uzun kollu transparan elbiselerle dolaşan ve kahkahalar atan kadınlar öyle olabilir, eski zamanlarda her kahkahanın bir manası olduğu gibi, ve manasızlığı, ama bu manasızlığa sıfatlar yüklemeye çalışan adamlarla ve kadınlarla dolu olmadığındandır belki de kot pantolonla girilemeyen savoy'ların güzelliği, bunlar hep var olan parçalardır ve kitaplar zaten hep var olmuş bu parçaların üzerine yazılır, siyah kaloriferlerin ısıttığı ağır perdeleri olan bir odada bacaklarını birbirine dolamış adamların karaladığı sayfalar bu yüzden son moda programlara taşınmaz ve istenilen karidesler ve ördekler tabakta bırakılabilir, ayıp sonradan beyin ütüleyen bir kara çarşaftır!, kahvaltıda yenilen kızarmış ekmeklerin üstüne meyve çayı içilirken hidrojen bombalarının yere gömülmesinden filan bahsedilebilir, hava aydınlandığında kimse uyanmak zorunda değildir ve evdeki kediler köşede duran su kabından iki yudum su içebilirler miyavlamadan, inci küpeli kız o incileri vitrinlerinin önünde dişlerini birbirine sürten takım elbiseli ve güneş gözlüklü adamların beklediği dükkanlardan almamıştır!, ama inci küpeli kızın göz yaşlarının kaynağı bu da değildir, gerçekten doruğu görünmeyen dağlara taş taşımanın bir manası olabilir, ama karşı gelmek ve sinirlenmek her zaman bir seçenektir.


tüm tomurcukların bademlere dönüşmesi şerefine kaldıralım baylar, bayanlar kadehlerimizi. günaydınlar.

Salı, Şubat 24, 2009

lale bahçesinden kremalı merhaba


daktilo sesinin boş beyaz duvarlara yankı yaptığı küçük kare bir odada ahşap sandalyesinde gri pijamalarıyla oturan bir adamın düşüncelerinden bahsetmek onun büyük ıslak yapraklı ağaçları olan bir ormanda kayboluşundan bahsetmeyi, ve asıl ilginci bu güzel çam ağaçlarıyla, çınarlarla dolu ıslak ve zeytin kokan ormanda ince kravatı, biraz küçük siyah ceketi ve uzamış sakallarıyla dolaşmasından söz açmayı gerektirir mi, diğer gece ışıklar fazlaca birbirine karışır, ki bunlar doğal ışıklar değil, sahilin güneş battıktan sonra serinlemiş temiz kumlarının içinden yürüyüp gidilen karşı taraftaki mor lacivert spot ışıklı küçük çardaktan gelen şımarık ışıklar, ve ışıklar birbirine karışırken bu adamın saçları tertemiz, güneş yanıklarına sürdüğü şeffaf spreyin şaşırtıcı kokusunun sindiği saçları, uzun parmaklarıyla uzun bir sigarayı sekiz dakikada içer ve ağzına küçük bir brokoli parçası atar, köpüklerin arasından görünen, dalgalı saçlarının arasından portakal kokuları gelen kabarık etekler giymiş dizleri yaralı kadınlar bu adamla ilgilenmiyor, burada bir zaman kayması yaşanıyor, üstü kapatılmaya çalışılan her hatanın büyük bir suratta sırıtan siyah maskara kıvamına gelmesi fazla sürmüyor, köpükler çoğalıyor, pan'dan ve insan ihtiyaçlarından bahsediliyor, küçük gümüş balıklarının kıyıya vurmuş olduğunu kimse fark etmiyor, kumda yürümek çok zor, o yüzden uzanalım, tüm bu kitap sayfalarının topukların altındaki kırmızı kumaş parçalarıyla ne alakası olabilir, kokuların ölümle, veya küçük kare fotoğrafların siyahlara yapılan haksızlıklarla, sınıflandırmalar ne zaman akademili aristo'nun saçlarını yolacağı bir kıvama geldi, milkshake içemiyoruz olmuyor, önce prosecco'dan ayılmalı bir trispiretta congola ile, ve portakal suyunun içinde her zaman portakal lifleri de olmalı; adam dikdörtgen bir tabloya dikiyor gözlerini, yere yığılmış onlarca merdivenin üzerine tırmanmaya çalışarak duvarın arkasında sevgili sartre ne haltlar karışıyor görmeye çalışan çizgili gömlekli tıknaz bir adam, aşkı korkudan ayıracak bir nötr uç bulalım!, kızılay her zaman neşeli bir yerdir ve aslında ıslak yapraklı ormana da çok yakındır, düşünürken uyuyakalan adamın gözlerini açtığı orman, yerlere dökülmüş iğne yapraklarının üstüne saçılmış askısız elbiselerle, sevişmek kokan ıssız bir orman.

Perşembe, Şubat 19, 2009

rüü oberjin

bu işte bir iş var bence!, bütün sohbetlerin naftalinli eşarp kokmasında, bütün kahkahalarda 'hayvanat bahçesinde tek ayağında koskocaman kırmızı bir yara olan fil üstüme bassın! edası, içkiler bir numara, pembe limonata diye bir şey çıkardılar, bütün ışıkları birbirine karıştırıyoruz, sokaklar birbirine karışıyor, çocuk olmak ve büyümek birbirine karışıyor, dolaptaki elbiseler her gün renk değiştiriyor, hakikaten samimiyet kitabevlerinin alt raflarında tozlanmış kitaplara benziyor, güvenlikten kaçış orada bulunmuştu, oturup kahve içilmişti, güneş vardı, kaldırımlar temizdi, gençtik güzeldik nidaları hala hala atılıyordu, rus salatası simidin içinde pek güzel oluyor diyorlardı, merdivenli evlerde işlenen cinayetler topuk sesleriyle örtülüyordu, herkes mutluydu! işin garibi bu, leyla, viktor, oya, şu pembe içkili kız işte siyah kürklü, herkes solfej biliyordu, A, D, F minör minör smells!, kış ayında giyilen tüm eteklerin başkaldırıyla bir alakası mı olmalıydı, Ahmedinejad diye bir adam çıkmıştı, üniversitelerde, söğütlerin altından yürüyün gençler, kapıları çarpın, çarpın, bütün periyodik tabloları susuz havuzun içine atın, içeri atmak!, Hristiyan oluyorlar sonra bence bir yudum şarap uğruna, gitarın en ince tınısına kadar kaçıyorlar ve bağırıyorlar; hak aramaktan bahsetmiştim fevrilerim benim, haki pantolonlu adamların gittikleri partiye yemyeşil çizgili bir karpuzla gelmesi kadar ince bu kaçış, ince çizgiler mevcut yani, insan doğasının en tahrik edici sesi çıkaran klavye tuşunda aradığı çizgiler veya sarı ışıklı, zeytin kokan barlardan iyi niyetle ayrılmamaya yarayan çizgiler, akarken siiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii(slide?) sesleri çıkarıyoruz, küçük su dolu baloncukların yanından geçerken nefesimizi tutuyoruz, çoğul konuşmayı seviyoruz ki, bizim küvetlerimizi doldurmadığımızı, pudralı sabunlarla yıkanmadığımızı anlamasınlar, neşeli müzikler dinliyoruz çünkü bahar geliyor, zamanın ve eğimlerin pürüzsüzlüğünü bozan tüm parçaların çok daha çabuk aktığı mevsim, kendini sümüklü böcek sanan mevsim, bağırmayı çağırmayı mavi kalpleri (emc) geri getiren mevsim. balkon savaşları, fas gülleri, vs.




mütemadi edit: değişim hızlı mıdır değil midir kifayet canavarları

yolda


hayal kırıklığı ne kadar bayat bir yemek. bayat şarap. bayat portakal. bayat. herhangi bir gün, herhangi bir çatı katında, pijamalarımla otururken bağdaş kurmuş ve önümdeki iskambil dizilerini karıştırıyorken bu sırada, solumdaki köpeğimin patilerinin değdiği; tam o sırada bütün dostlarım, hala dostlarım; kesinlikle gülümseyeceğim bütün kadınlara, erkeklere, inkarlara, öfkelere, sabah kalkmak hep ne kadar güzel diye düşüneceğim, mercimek çorbası asla lezzetsiz olamaz, laleler hiçbir zaman sempatik olamayacak ve huylu kesinlikle huyundan vazgeçmeyecek. müziğin ilham verdiği sağlam kalpler tünellere girecek, modern olan hiçbir eskiliğin bahsi açılmayacak, kimse övünmeyecek, kimse kimse övünmeyecek!; bedenlerle ve gözlerle, saçlarla, örgülerle, c by c çantalarıyla, başlayın ve bitirin, kıskanın, kıskançlık iyidir, hayalleri, tartışmaları, çığlıkları uzatmak iyidir, tabii ya, hakla ilgili olan hiçbir şey seni tam olarak mutlu edemeyecektir, mavi çarşaflara sarınıp uyuduğun günler de, yatağın kenarında ellerini dizlerinin üstüne bırakıp düşündüğün günler de, çizgilerin arasında gidip geldiğin, nerede duracağını bilemediğin her dakika da; her deniz manzarası, her sıcak kum tanesi, uzandığın tüm şezlonglar, kapat be şu kapıyı!, olmadı, olmadı!, iyi tarafını görmek nedir allahaşkına yahu, hiçbir yüze, bardağa, hiçbir hayata profilden bakmak istemiyorum!, kurtardığım bütün hayatları seviyorum, ve kendimi kurtaramayışımı, dakikalarda kalışımı, bakışlarda ve dokunuşlarda, büyüyorum, küçülüyorum, evriliyorum, ama değişiklik yok, ruj 212, kadeh north, kaldırımlar default, dost kalacaklar kayıp. küçük bir şaka.

Pazartesi, Şubat 16, 2009

lokum dükkanı açan astronom vs.


şahane bir lezzet, kıymalı makarna mesela, veya vişne şekeri, yumuşak bir kadife veya sert bir buz parçası, meyveli tüm şekerlerin dudağında ve ağzında bıraktığı tat, naneli limonata, tam da istediğin ende ve boyda beyaz bir gömlek, ahşap merdivenler teras katına çıkan ve porselen çay bardakları, orda burda duran, dağınık saçlardaki saç örgüleri gibi sımsıkı ve düğüm düğüm, fosforlu sarı tokalar kadar parlak, ve ankara'nın bir sabah ayazı kadar soğuk, sevgili ekselansları kadar küstah ve nefret dolu, sıcak ve taze beyaz leblebiler veya dünyayı dolaşan kırk yaş üstü çiftler!, Irak hapishaneleri'ndeki kesif vahşet veya New Jersey'deki adeeb hanna kiryakos samimiyetleri, bir tür mona lisa gülümsemesi ama kadın ve erkek birleşik, birleşik devletler!, sinirli devletler, umursamaz devletler ve aşık toprak parçaları, tırnaklarına parlatıcı sürdüğün geceler kadar edilgen, aynı koltukta yaşadığın, gerçekten yaşadığın, kendi omuzlarını sıkıp yüzünü dizlerine dayadığın, tencerenin sesini duyduğun ve ayçiçek yağı kokusu aldığın geceler kadar etken, pencereye karşı bir odada maskaradan birbirine yapışmış kirpiklerini aralayabildiğin gündüzler kadar aydınlık, olağanüstü kokular ve beyaz heykeller ihtişamı, koşmak, terlemek, yorulmak ve kollarını uzatmak çağındayız, atmosferden görüyorlar!, ekonomilerde dağıtılan yer fıstıklarının heyecanlı lezzeti, bayılmadan önceki, derin iç geçirmelerden önceki birkaç saniye mideden yemek ve nefes borusuna dağılan sanatsever! rahatsızlık, NTV ne acayip kafalarda bir kanal ve dudaklarını silmek parmaklarınla ne kadar aşka benziyor, 1974'te roze şaraplar bozulur muydu, ve sarhoş sevişmeler bir sıfat tamlamasından öte skandal bir tamlama mıydı, kızgınlığın molotof kokteyli tetikleyiciliğine sahip olduğu, ve yeşile çalan turuncu bir renk aldığı sadece deli gömlekliler tarafından mı algılanır!, bir kadının göğüslerinin resmi çizilebilir mi, daha da ötesi yemeği yapılabilir mi!, Albert Fish bir insan değildi, ama bizim canımız gerçekten yanıyor, yakıyoruz yani, ateşi söndürmek için gereken şişelerce su içiliyor bir cumartesi sabahı, saçlar hep dağınık ve her zaman paklıkla ilgili parçalar var havada uçuşan, bir deri bir kemik ve bir japon misali, biz magma tabakasına dokunabildik, ve bunu gerçekten yapabildik, benim kırmızı eteğim vardı, ucu iki üç santim yırtılmıştı, onun siyah kazağı, kolları çekiştirmekten uzamış, Sodexho!, iki kişiyiz, kavgamızdan terapi doğuyor, ve hiç ölmüyoruz.

Çarşamba, Şubat 11, 2009

kırmızı biber diyalogları


yine duşun altına girdi. ne yaptığını anlayamıyorum. sylvia diye birinden bahsediyor, kolyelerini çekiştiriyor, bütün bunları yaparken yapraklar yapraklar diye sayıklıyor, orta dünyanın denizlerine açılmak, uzaklara gitmek, uzun pelerinler giymekten filan bahsediyor, ne düşünüyorsun saçma bir soruymuş, cam çiçeklerini sulaması gerekiyormuş, tarih boyunca yapılan bütün sahtekarlıklar pp saatleriyle ödüllendiriliyormuş, bunlara çok kızıyor, yani gerçekten sinirleniyor, şu ünlü beyaz kale'nin içine hapsetmişler kendisini ve her gün elmayla besliyorlarmış gibi sinirleniyor, ilkel bir hastalık yüzünden ölecekmiş gibi ve son günlerinde her gün rosto yiyip şişelerce şarap bitimek istermiş gibi, virgül kullanmayınca anlayamıyorum, akasyaların solmadığından, ve her tavrın periyodik tablodan kendine bir element seçmesi gerektiğinden bahsettikçe, ve bu arada sızlanması da cabası, geçenlerde öyle komik laflar etti ki, yani insan dizlerine doğru eğilerek ağlamak ve gülmek arasında gidip gelmek istiyor bunları duyunca, hayatı ciddiye alıyor, güzel bir şey bu, sırf bu yüzden a ve b noktaları arasında gidip gelirken yürüdüğü kaldırımın yanlarında mor çiçekler açtırabileceğine inanmasını beklerdim, mucizelere, cadılara, ne de olsa hayallerinden bahsedip duruyor, tam olarak anlayamadığım sokak isimleri sayıyor, bu sırada önündeki su dolu bardağa bir c vitamini tableti atıyor, yüzünü ovuşturuyor, tam karşısında, masada oturuyorum, tabakta iki parça peynir durduğunu görüyorum, ne çok severek almıştı, şarküteri camlarından ve paradan bahsetmişti, bir insanın sinirleri bu kadar ani boşalabilir mi, tacizlerden bahsediyor, gizdüşümü diye bir şeyden, erkeklerin mal olduklarından ve kadınların da mal olduklarından, parmaklarıyla oynarken kendimi de katıyorum diyor, iki parça peyniri ağzına atıyor, birden neşeleniyor.


izlemek acı mı veriyor, birlikte sıcak suyla dolu güzel kokan bir küvete girme isteğini mi, başbaşa geçirilen bir tatili mi anımsatıyor, yoksa benim onu yalnız bırakıp gidişlerimi mi, bilemiyorum, bütün renklerin birbirine karıştığı küçük bir yerlerde yaşıyor ve gerçekten hiçbir şeyin kıvamını tutturamıyor.

Salı, Şubat 10, 2009

klişe sıkıcıları - 1


hadiiiiiiiiiiiiii gelinnnnnnnnnn üstümeeeeeeeeeeee korrrrrrrrrrkmuyorummmmmmmmmmmmmmm.

Pazartesi, Şubat 09, 2009

tarafından quote unquote


bir kere düşünmeli, yani tam olarak ne hissediyor insan, sonbahar, ağaç dalları, soğumuş mercimek çorbaları mıdır uyanıldığında akla gelenler bir bardak limonlu su içerken; her bir parçanın ayrıntılarıyla boğulması mıdır, yoksa kiraz ağaçları mı vardır, temmuz'da ayvalık'ta bir verandada bahçeden topladığın kayısıların çekirdeklerini çıkartırken hissettiğin midir hayat; hayal kuruyorum, kalbimin üstüne sulu boyalı ayaklarla heyecan yazıyorlar sanki, sanki hiç bitmiyor, istek, aşk, tutku ve nefret, ateşi söndürmemek, sağlıklı tutmak lazım, aşklar bitebilir, başlayabilir, sevişmelerin kıskanılmadığı zamanlar da gelecektir, başkalarının, dudakların, tenlerin ve ellerin, trenler olacaktır seni bekleyen, biletler kaybedilecektir eskimişlikten, yani olacaktır, bütün bunlar, bir karganın konması badem ağaçlarına, sonra omuzlarının üstünden havalanması, denize doğru yürürken sen, arabaların akmadığı, seslerin duyulmadığı yerlerde kahvaltı edilecektir, böğürtlen reçelleriyle, acı unutulacaktır, ve gerçekten unutulacaktır, tüm küçüklükler, sözler ve okşanılan saçlar.



6/2/09, 19:20




edit: kendini kaybettiğin zaman yanında olan tüm vampirellalar için geliyoooooooooooooooooooooooor.

pazartesi sabahı teğet geçmeleri

günaydın şehir insanları,

şehrin hayal kırıklığı ne büyük, ne kadar fazla çatlağı oluyor kaldırımların üstündeki, masaların altındaki, kırılmış bardaklardaki bu kırıklığın, tüm çatlaklar mı keser bir insanın omuzlarını, boynunu, kalça kemiklerini yahu, bu kadar mı çok acıtır geçmiş zamanlı olan tüm hikayeler, oysaki siz hepiniz bilirsiniz ki ben açelyalardan bahsetsem her gün, sizin de canınızı sıksam, kaldırım taşlarını saysam, yanından geçerken dikenli tellere dokunsam, güzel bahçeleri ve balkonları seyretsem, yani benim tamamen bunlardan ibaret bir hayatım olsa mesela, düşmesem, itilmesem, her ışık sarı olsa ve her yer vanilya koksa, sakinlik de gerekmiyor bazen, tüm bunların, tüm balkon çiçeklerinin ve balkon masalarının ve kırmızı masa örtülerinin sakinlikle, sessizlikle bir ilgisi olması da gerekmiyor, koşabilirim her zaman, uzağa, veya yan apartmanın altındaki küçük bakkala, sütü taşırabilirim ısıtırken, kafasını patilerinin arasına sokup uyuyan köpeğimi rahatsız edebilirim, kızar bana, havlar, ellerimi ısırır gibi yapıp yalar, tüm bunlar, beni canavarlarla dövüştürmek zorunda bırakmayan hayatımın her parçası, dondurulmuş frambuazları teker teker yıkayıp, sarı duvarları olan odanda yerde otururken yemek, hem de ne bileyim marlene dietrich eşlik eder sana, şarap çabuk biter bu yüzden, ve işin en önemli tarafı da nedir biliyor musunuz, kimse ağlamaz, herkes kendi kendine dolaplardan bardaklarını alır, masaya oturup sohbet eder, hem de seyahat planları yapılan sohbetler, gerçekleşen ve havada asılı kalmayan sohbetler, temiz şezlongları olan yazlıklardan bahsedilen sohbetler,

bırakıp gitmelerden, kızgınlıklardan, söyleyememekten bahsedilmez, söyleyememek, ne acı yahu, hayatımın sonuna kadar mesnevi sokağın yukarı doğru çıkan merdivenlerinde oturmak zorunda kalmak, taksileri seyretmek, hiç çiçek sulayamamak bile daha güzel, arkadaşlarımı kaybetmek, gülmemek, yaftalar yapıştırılması, sinirlenmek, istismar, istismar, sözler, vazgeçmeler, hepsi ege'nin kışın kabarıp sahile kurulan ve kaşarlı tost yapan büfeyi sular altında bırakan, duvarlarını tuzdan kabartan dalgalarından daha güzel gerçekten.

sevgiler, moral düzelmeleri,

Cuma, Şubat 06, 2009

gözler, keskin bıçaklar, ey türk gençliği

hikayeler uydurmak, dinlemek, çevreye bakmak ve düşünmekle geçen zamanımın gereksiz ayrıntılar tarafından bölünmesi ve gereksiz hayallerle çetrefilleşmesi değil midir aslında tüm eleştiriler, kavgalar ve sana bakmayan gözlerin nedeni, yani benim melodilerle ve seslerle değişen çizgilerim, özlemlerim değil midir; ağaç dallarıyla ilgili resimler yapıyoruz, burnumuzu siliyoruz, müzik iyi mi geliyor bilemiyoruz, sonra yine odamıza dönüyoruz, hevesler ne çabuk sönüyor yahu, ne çabuk sıkılıyoruz merdivenleri çıkmaktan, dişlerimizi fırçalamaktan, dolandırılmaktan ve yemek seçmekten; ıspanağı biri kavurarak diğeri haşlayarak yiyor diye çıkan bütün kavgalardan ve yükselen seslerden sıkılıyoruz, sonra sıkıntıdan daha fazla korku basıyor içimizi, sonra sevgi, mutluluk, bir ülkenin vatandaşı olmak veya olmamak yasa mıdır gerçek midir! nedir! tüm bu kaldırımlardan, elbiselerden, arpalardan ve mısır gevreklerinden ne istiyoruz!, kulaklarımız hep delik, her organ su geçiriyor, saydamlaşıyor, kimse sır saklamıyor, çingene pembesi bardaklar daha çok hoşa gidiyor çünkü, bir de sevimli kahkahalar atmak! ve doktora gitmenin gurur getirmesi, herkes masum, kimsecikler düğmeye basmıyor, kendi halinde olmak, evet dememek, hayır dememek ne zamandan beri yüksek kesim oldu ki, ben bu zamanın adamı değilim!, niyeymiş, zamanın adamıyız, bazı esintiler ve dalgalar katmayı seviyoruz söylediğimiz sözlere ve taktığımız kolyelere, bilincimiz akıyor akıyor akıyor, yeteri kadar sodyum alınmıyor, yol yordam biliyoruz ya! en dayanılmazı bu dostlar, dost kalacaklar, kalmayacaklar, viktorcuk, kovalamaca rüyaları..

Perşembe, Şubat 05, 2009

majestelerine requiem!


bir hikaye uydurmalı, içine girmeli ve orada yaşamalı, böylece kışın havuza girebileceğim, yazın sonbahar yaprağı toplayabileceğim, bakışların hep yumuşak, sözlerin hep yapıcı, yapıştırıcı olduğu küçük bir bahçe kurabileyim, elma ağaçları dikeyim, baharda çilek toplayayım, veya en iyisi ben olmayayım, bir adam olsun mesela, hikaye uyduruyoruz, uydurmaya devam ediyoruz, gece çam ağaçlarına çıkıyoruz, bağırıyoruz, bağırdıkça sesimiz daha az çıkıyor ve en acısı daha az duyuluyor, adamın gözlükleri yere düşüyor, coplar, özgürlükler, havada uçuşan tüm yaralar ve yıkanmayan saçlar, adam yazıp çiziyor, yazıp çizdikçe biriktirdiği kelebekler kavanozlarda renklerini daha çok kaybetmeye başlıyor, lilalar kuru bir griye, sarılar ölü kahverengilere dönüşüyor, adam yazıyor, kaloriferler yanmıyor, yüzünü ovuşturuyor adam, tüm özgürlükler, tüm özgürlükler havada uçuşuyor!, kızgın değiliz, ses tellerimiz sağlam, berrak, bağırıyoruz, tüm camekanlara ve dedektörlere karşı, adam çalışıyor, gönülsüzce değil, kızgın hiç değil, çimenlere yatmak istermiş gibi sakin hatta, parmaklarını masaya vurduğu her an aklına kazınıyor, kazıyoruz yaşadıklarımızı; ağaçlara, geri dönüşümlü kese kağıtlarına, yastıklarımıza ve yaşlarımıza, bağırıyoruz, çözümler iyi gelmiyor bu adama, teşekkürler iyi gelmiyor, kravatlardan hoşlanmıyor, büyük adamlar tekerleklerin altında mı ezilmeli!, insanlık bunu gerektirir mi, titremek doğrular mı balkondan aşağı fırlattığımız bütün temiz çarşafların bedelini, bütün özlemler, bitmiş aşklar, başlamamış yarışlar, iki insanın gözgöze geldiğinde paylaşamadığı her şey. her şey, her an ve dakika, adamın içinde kaynıyor, belli etmiyor diken diken tüylerini, gözlüklerin arkasındaki yorgun gözlerini, çıkıyoruz, iniyoruz, gülüyoruz, sıkıntılıyız, kendimizi bal kokularıyla avutuyoruz, yumuşak başlı olmaya çalışıyoruz, temiz çoraplar giyiyoruz, anlaşılamayan her kelime için bir dakika daha az uyuyoruz. özgürlükler uçuşuyor, uçuşuyor!, kaçırmak için vaktimiz daralıyor.

Çarşamba, Şubat 04, 2009

yedi yüz kilometre sonra


küçük hayallerim var, küçük, temiz, ve sadece hayal olarak kalması gerekmezken, öyle mi istediğimden nedir, öyle kalan, bana sabun kokularıyla, manolya ağaçlarıyla, desenli kaldırım taşlarıyla ilgili her şeyi hatırlatan, ama bunlar gerçekten çok küçük hayaller çiçek bombası dostlarım, yani öyle küçük ki, küçük bir kız çocuğu olduğum izlenimi uyandırıyorlar insanlarda, yani sanki büyüyememişim de, sanki bir küçül de cebime gir! imaları, aklım beş altı sene öncesinde, bulutlara, ahşap sandalyelere, üzerine oturulabilecek duvarlara bakıp gülümsediğim, pazardan sivri biber, yeşil üzüm filan alıp farabi sokaktan eve yürüdüğüm, akşamüstü balkonda oturup o zamanlar daha önüne aşk bakanlığı!nı hatırlatan bina dikilmediği için görünen anıtkabirin kaç sütunu olduğunu saydığım günlerde kalmışçasına tavırlar ve tepkiler, yahu aslında önemli de değil, ben o küçük, güzel giriş kapılı apartmanlara benzeyen hayallerimle yaşamayı seviyorum, ılık havalarda aklıma geldikçe beni mutlu eden, kuğuları filan daha çok sevmemi sağlayan hayaller, küçük veya büyük hayaller, sedefli oje hayalleri, yeşil bir elbisenin hayali, etekleri uçuşan kendi etrafında dönünce, ne bileyim yahu, seğmenlerde piknik yapma hayali, sardalyalı sandviç ve yeşil elmayla, dört yapraklı yonca ararken; bir de güneşin bacaklarını ısıtması ama yakmaması lodos eserken küçük çakılda, küçük taş sesleri ve begonvil kokularıyla!

sevgiler, güzel gülümsemeler...

Pazartesi, Şubat 02, 2009

evde


oya'nın günlük yazılarından bir kesit;

marttı sanırım, nisan da olabilir, lacivert beyaz çizgili kazak üstüne kot ceket bir de kırmızı eşarp bağlamıştım boynuma, o zaman saçlarım daha uzun ve daha karışıktı, eskiciler yokuşunda satılan bakır kaplara benziyordu ki bu bakır kapların içine babaanneler hep yapma güller, papatyalar, menekşeler filan koyar, evleri sakızlı kurabiye ve çaydanlıkta kalmış tomurcuk çayı kokar; bir de saçlarım eşarbın aralarından dışarı fırlamıştı, omzuma taktığım kahverengi çantanın sapları çekiştiriyordu saçları, her adımımda canım acıyordu, gri bir kot giymiştim, açık mavi ayakkabılar, bu ayakkabıların tabanları çok eskimişti, kaldırımı hissediyordum yürürken, sivri bir kaldırım köşesi veya küçük bir taşa takılırsam ayağım acıyordu, tüm bunların ötesinde hakikaten çok şahane bir gündü, arabalar öylesine ilerliyordu ve korna çalmıyordu, tabi badem ağacı kokuyordu ve serçeler dallarına konuyordu, bu serçeler yine sevimli hayvanlar, ekmek tanesi filan yiyorlar atınca, ne bileyim mütevazı filan olmakla ilgili bir şey sanırım, tek kötülüğü belki de lacivert dolmuşların dolu geçme riski olabilirdi, o da olmadı, üstelik param da tamdı, paramın üstünü bekleyeceğim diye en arka köşenin eteği yüzünden adımını basamağa düz bir şekilde atamayan, bu yüzden bacağı kırıkmış izlenimi veren lolipop parfümlü! kızlar tarafından kapılmasına tahammül edemiyordum artık, o pazar kızılay'a yürünülüp peynirli gözleme yenmişti, sokaklarda kimse yoktu daha, lokman hekimden yasemin çayı alınmıştı, sonra rengarenk küpeler, filmler, marketten bir salkım üzüm, çekirdeksiz; çilekli süt, dondurulmuş çikolata, sakız likörü, filan, ankara hakikaten güzel şehir bence, güvenpark bile güzel, çok soru sormuyor, fazla üzerine gelmiyor, kızmıyor, her şeyi yapabilirsin, yeter ki ciddiyetini koru, sonuç olarak ankara kahverengi soket çoraplı bir şehirdir! ve kesinlikle kaledeki fasıl ekipleri tarafından kontrol edilir...

dolmuştan inildi, meyveli jelibon alındı, kedilerle oynamak için bahçeye oturuldu.

kalın giyinmeli, güneşe aldırış etmemeli günler,