Çarşamba, Mart 24, 2010

güç, para, norveç somonu


güzel günler görmek istiyoruz, birlikte olmak, hep aynı kişiyle, hep tek, bir tek sen varsın koca dünyada, bir bomba patlasa bütün insanlık yok olacak, içimiz onca dar yani, ve kızamıyoruz karşımızdakiler çokça yaşadı hayatlarını ve biz çok kırmızı ışıkta takılmak zorunda kaldık diye kendimize, karşıdakine; çiçekler açıyor, sahne hep aynı, aynı melodiler, ağızda o pek bir zevk veren buruk tat, zevkini çıkardığın tüm parçaları hayatın teker teker yoruluyor artık gözünde, ölmek, mezara girmek, ölü bir bedene dokunmak zorunda kalmak, son günlerinde artık bunları düşünüyorsun, hava kararmıyor, hiç geriye dönüp bakmayı, geri geri yürümeyi denemiyorsun, geriye karşı anlayışlı olamıyorsun, kimsenin içine giremezsin olur ya, bu yüzden hiç ölmüyorsun, dinlemiyorsun, yaşamıyorsun, geçen dakikalarının koskoca bir yalan tarlasının ortasında manasını yitirdiğini seziyorsun ama elinden de pek bir şey gelmiyor, vicdanını zorluyorsun, egonu iyice çürütmeye çalışarak, bakmayarak ve konuşmayarak, kendine kızarak, üzüldüğün bütün sözlerin aslında gerçek olduklarına üzülerek bu sefer de, duvarlara, merdivenlere doğru koşmak, çarpmak, düşmek, kalkmak, aşiyan'da yeşil çimenler üzerinde bir kız görmek, şaşırmak, sonra sonsuz, sonsuz durmalar. noktalar, pembe sıvılar, yalanlar, kalp krizi.












Perşembe, Mart 18, 2010

oya'nın yolculukları


oya'nın bugün giydiği elbisenin üzerindeki mavi dantellerle ziyaretine gittiği alzheimer kıyılarında dolaşan anneannesinin yastık kılıflarının dantelleri birbirine çok benziyordu. eskiden anneanne oya'ya içine çok az portakal kabuğu koyarak yaptığı yuvarlak kurabiyelerden verirdi, ama şimdi tarifini hatırlamıyordu. tanımsız bir şeydi bu, yıllarca koynunda uyuduğun adamı kaybetmek, toprağa gömülen vücuduyla beraber beyin aktivitelerinin de yitmesi, bacaklarının ağrıması, artık incir tatlısı, portakallı kurabiye ve hiçbir çerkez yemeğini yapamamak; bu manasız da değildi aslında, anneannesi kalın kahverengi çoraplı bacaklarını önündeki pufa uzatıp kırımlı yardımcısına tam o dakikada ne istediğini anlatmaya çalışırken, ki zencefil kaynatmasını istiyormuş, bu da bir işarettir aslında vücut fonksiyonlarının tam manasıyla çalışmadığının farkında olduğuna; oya, tam da o sırada aslında attığı hiçbir adımın ve söylediği hiçbir sözün bir mana etmeyecek kadar değersiz olduğuna inanmamaya başladı; aslında sarışın kadınların saçlarından dökülen kum parçalarının, verdiği acının bir anlamı vardı; kalbinin sürekli heyecanla ve hayallerle dolup taşması, güzel hayaller görmek!, çimlere uzandığını, şişelerce şarap içtiğini, sonra aslında ciddiyetten konuştuğunu ve karın kaslarından bahsettiğini gecenin bir yarısı herhangi bir sokağın üstüne oturabilinecek duvarlarında, güzel yemekler yediğini, kahkahalar attığını ve aslında hiçbir dakikanın canlandırdığın gibi gerçekleşmeyeceğini görmek; bahar gelirken sevişmek istiyorsun, hayatla, kenarından aşağıya atlayabileceğin bütün teras katlarıyla, bütün kesme kristal bardaklarla ve göreceğin güzel ve acı günlerle, daha çok sevişmek, durmamak istiyorsun, ağlamak, koşmak, cevap verileceğini, görüleceğini bilmek; lizbon'a büyük gemiler yaklaşırken, sevdiğin adamlar sevdiğin kadınlarla uyanırken, midenin en çok bulandığı anda sigara yakmanın keyfine varırken, hayvanlar tarafından yönetildiğini bilerek gülümserken, yokuş inerken, çıkarken; aklına gelen hep o güzel hayaller, büyük dolaplarda duran küçük lacivert bavulların olduğu hayaller, gecikmeyen arabaların olduğu, lafayette'e küfrederken ve el ele koşarken elinde şişelerle, küçük kurabiye parçalarıyla montmartre'a doğru, hep gitmek istediğin, ama uğruna bir türlü hayatını durduramadığın hayaller, hayaller, birlikte yaşadığın, öleceğini düşündüğün, hastalanınca, aklını yitirince ve kaybedince bütün aşklarını, seni okşayacak hayaller; onlar var edecek seni, onların verdiği müzikle keyifleneceksin, düşeceksin, yanlış yapacaksın ve farkında olmayacaksın, önemli sözler sarf edeceksin, telefonlar açacaksın eski arkadaşlarına, deniz kıyılarına, uyanacaksın. uyanınca soğuk olacak, alışacaksın.

Cuma, Mart 05, 2010

bekleme


sevgi nedir diye soramıyor kendine, yemek borusundan geçene kadar tüm alveollerini delik deşik edecek ve o zaman pembe olmayacak deterjanı doldururken kırmızı kovaya; ve köpürüşünü izlerken içinden geçiriyor tam olarak neyi hak ettiğini, veya bir insanın herhangi başka bir insana yapabileceği en büyük kötülüğün ne olduğunu; ve bunu yaparken dezenfektan gözlerini yakıyor, üzerine büyük gelen gri kazağın kollarını dirseklerine kadar sıyırıyor çünkü temizlikle kavga edecek biraz sonra; parke zemin ve mutfağın taşlarını ovalamak ve süpürmek, bulaşıkları makineden çıkarıp yenilerini koymak ve mor bardakları sırf elde yıkanır yazdığı için kaynar suda renklerini attırıncaya kadar temizlemek, sırf bir insanın diğer bir insana yapabileceği en kötü şeyin ne olduğunu ve belki zamanların birbirine karıştırıldığını ve aslında yanlış zamanda doğduğunu unutmak için. uyumadan önce kendine sorduğu bütün sorular, rahatlamalar ve huzursuzlaşmalar; aslında bunların hepsi kendi kısa saçlarıyla, elbiseleri, aptal oyunlarıyla ilgili; bunu yirmi küsür senedir kendinden saklıyor ve kötülüğünü kaldırım taşlarına, yaşlı kadınların ellerindeki plastik poşetlere, sevgililerin eski sevgililerine, güzel gözlü ve kötü kalpli kadınlara yüklüyor; bir kadın, yani, en fazla nereye kadar yaşayabilir, nereye kadar masmavidir gökyüzü ve bütün arabalar sessizce geçer yanından, büyük şehirlerde yağmur yağarken hep yırtık mektupların parçaları kaybolmak zorunda sanki, sanki ruhunu tam manasıyla biyopsiye götüren bütün kısımları hayatın, sıraya dizilmiş, önünde selam durmak zorunda; yani diyor, evet ben melek değilim, iyi niyetli olmak zorunda hissetmiyorum kendimi, çizgiler var hayata yönünü gösteren, ve o çizgileri değiştirmeye çalışıyor insan, başkalarının küçük kolye uçlarına laf atarak ve ittirerek sırtlarından, yeni moda bıçaklamalar işte, çizgileri kalınlaştırmaya, inceltmeye çalışıyor, kitaplardan sözler ezberleyerek, değerli olan bütün konuşmaları harfi harfine küçük defterlere kaydederek, ki çizgiler kopup gitmesin diye ellerinden; ve başkaları da başka şehirlerde, doğuda, kyoto'da, herhangi bir çiçek bahçesinde saçlarını keserek veya antrelerde diz çöküp ağlayarak çizgilerine sımsıkı tutunmaya çalışıyor, onun içinse bütün bedenini sarmalamış, içinden çıkılamaz bir düğüm haline getirmiş bu çizgiler; sadece izliyor, izliyor, duruyor, çizgiler akarken aslında uçaklar da duruyor, yıldızlar ve hastane yeşili tomurcukları şimdiden patlamış şapşal badem ağaçları; izliyor, gülümsüyor, sonra başka çizgilere doğru kirli ayakkabılarıyla sinsi adımlarla ilerleyen kadınlar, erkekler görüyor, olmuyor.