Pazar, Aralık 14, 2014

rio - 25

on iki adım, uzmanlık alanı madde bağımlılığı olan, gözleri ileri derecede bozuk kadın terapistler ve koşarak sahile doğru kaçtığım bir cumartesi sabahıyla başladı aslında tüm hikaye.

şeytan yok, üzüm bağlarında koşturuyorum, çevremi algılama düzeyim gayet açık ve net, bir yandan da sekize bölünmüş durumda tüm gerçekliğim, sabit fikirlerim ve değişken fikirlerim var, duyumsuyorum dünyayı fakat duyumsayabildiğimi midemde büyüdüğünü sandığım çiçekler kadar açıklayabiliyorum; açıklayamadığım tüm parçalarını o sekizgenin, konforlu bir rahatlığa büründürmek adına, uyuşturuyorum, ve bağımlılığım buradan doğuyor, irice ve ana karnından çıkarken hiç ağlamayan bir bebek gibi. 

aslında şeytan yok, onun bir gölgesiyle yaşıyorum, bir eko hali; ki tüm şehri, kıyı şeridini, sevdiklerimi, özlediklerimi, en çok kırdığım herkesi arkamda bırakmama yol açacak bir kaçış, bağımlılıklarımla daha da çok yükselen cesaret hissi, tüm vücudumu sarmaşıklarla kaplayan his, kalbimi hafifleten, suya batırıp çıkaran; arşimet can çekişiyor hesabı bir kaçış yaşıyorum hayatımdan, şeytan da katalizörüm oluyor; taşlarla vücudumu delmeme bir mazeret, kolay yollardan ulaşılabilen tozlar, katlanmama gerek dahi olmayan engin bir cahillik, ve uzaklaşmak, yani kendinden uzaklaşmak değil, tersine, tahrip ettiğim bütün organlarımı yanımda götürüyorum, kaşarlanmış ruhumu yanımda götürüyorum; değişecek olan tek şey gürültü, cevap vermek durumunda kaldığımda hastalandığım gürültü, sessizliğe ve sorgusuzluğa duyulan dayanılmaz özlem, alkolle pekişen bütün yaratıcılık, renkler, aklın getirdiği kristal değerinde olma hissi; şeytan da romlarıma ortak olacağını, romlarımdan sonra sıranın bana geleceğini düşüneduruyor, kendi gemini azıya almış olduğunu, her an kaçabileceğini.

işte tam da bu kristal histen çıkıyor tüm bağımlılık; yapacaklarımı hayal edebilme ve hayallerini yapabilme hali, uyanıkkenki rüya, rüyadayken yaşanılan ayıklık hali. kurtulamayacağımı bilmemin yarattığı körleştirici, uyuşturucu, şairane duygu. 

Salı, Kasım 04, 2014

rio - 24

pepe'nin oturduğu yeşil kanepenin arkasında uzanan çam ağaçlarına, ve çam ağaçlarının arkasında ufacık görülen maviliğe bakıyorum, gözlerim dalıyor. hep okyanusa bakıp ellerimi sıcak kumun içine daldırmayı, sıcaktan mayışmayı ve dakikalarca uyumayı, yanımdan geçip giden insanları görmemeyi ve uyandığımda yalnız olmayı hayal etmiştim diye geçiyor aklımdan; o pis gemiden indiğimizde aklımda kanalizasyon boruları ve mavi saplı meyve bıçakları yoktu hiç.

pepe manuel'e hararetle anlatıyor, arada uzun parmaklarıyla beni gösteriyor, üzerimdeki uygunsuz beyaz gecelikten bahsetmedikleri apaçık, beni tanıdığını anlıyorum, sesimi çıkarmıyorum, manuel arada sırada irkilerek yüzüme bakıyor, ben rengi atmış halıya.

hep yalan söyledim, geride kalmayı tercih ettiğimden, ve ne zaman öne çıkmak istesem biriktirdiğim tüm doğrular fışkırdı içimden, fazla kirli suyu içinde barındıramayıp patlayan rögar kapakları gibi; beni gül dikenleriyle besleyen yalanlarım, kısa zaman da olsa rahat uyumamı sağlayan gizlerim, annemin hiç öğretmediği cinayet şekillerim, dünya üzerinde tanıdığım kimsede göremediğim, bu yüzden beni sonunda yapayalnız bırakan durmayı bilememe halim, hepsi birikiyor içimde, çam ağaçlarına, küçük okyanus parçasına, yeşil kanepeye, rengi atmış halıya bakarken.

pepe diyorum, sesim istediğimden daha yüksek çıkıyor, bir duraksama oluyor, manuel bana bakıyor, pepe'ye onu öldürdüğümü söyle diyorum. manuel anlamaz gözlerle yüzüme bakıyor, eli gömlek cebindeki sigara paketini arıyor. söyle diyorum, anlayacak.

ella lo mató diyor manuel, pepe bir an duruyor, o bezmiş ve şeytani suratından beklenmeyecek bir iki saniyelik bir şaşkınlık görüyorum gözlerinde, sonra şaşkınlık geçiyor, sırıtıyor. esta chica? que mató al demonio? mentiras!

Perşembe, Eylül 04, 2014

rio - 23

şeytanla rio'da geçen günlerim aynı sıradanlıkta, aynı lokantaya yürüyüp, aynı kirli mutfağına girmekle, aynı sokak kedilerini görmekle, ve aynı sayıda sigara içmekle geçse de gecelerim tozdan ve alkolden kaynaklı tuhaf rüyalarla renkleniyor. peygamberler görüyorum, dünya sularını yok eden, kafalarındaki basket topları büyüklüğünde tümörlerle yaşayan, tümörlerin içinde kendi suratları. martıların et yiyici sesleri, kedi tüyleriyle boğulan yaşlı, şişman kadınlar, lezzetli çorbalarla, dana rostolarla dolu sofralar, şişelerce tatlı şarap, onlarca daktilonun yan yana durduğu camekanlar, dini kitaplar, yeni delhi'nin hiç görmediğim sokakları. rahat ve huzurlu uykum çiğ sabah güneşi odaya dolmaya başladığı ve perdelerin yetmediği anda bozuluyor, şeytan yüzüne su çarpıyor, yatak odası penceresinin yanından aşağıya inen borunun dibinden su sesleri geliyor. kabusum bu zamanlarda başlıyor.

cinselliği şiddetle bağdaştırdığım ve bundan sapıkça zevk aldığım zamanların çok gerilerde kaldığı, dikenlerle dolu sapsarı bir çölün ortasındayım o yatakta. 

beynimin artık göstermekten aciz olduğu reaksiyonları vücudum gösteriyor: çürüklerim, yaralarım ve topallayan sol bacağım. vacio boyunun yettiği yaralarımı yalamaya kalkışıyor, tuzlu ve nemli dili kabuk bağlamamış olanları yakıyor, vacio bacaklarımı yaladıkça kendime öğle vakti koyduğum romların zamanı giderek sabaha kayıyor.

yalan söylüyorsun, pepe'nin kuyruğundan ayrılmayan o sarışın bok torbasıyla yatıyorsun ve bana hastalık bulaştıracaksın. zırvalamayı kes, kes, pepe şehirden ayrıldı, hayal görüyorsun. seni öldüreceğim şeytan, bunu sakın aklından çıkarma. çok içiyorsun kızım. git uyu, işine geç kalma, paraya ihtiyacımız var.

Pazartesi, Ağustos 25, 2014

rio - 22

tozdan ve romdan uzak durmanın getirdiği pembemsi zindelik on dört gün sonra uçup gidiyor. yerlerde sürünmek, tıkalı kanallardan nefes alamamak, gürültülü kemanlardan, cinayet melodilerinden etkilenmeyecek denli sağırlaşmak, bembeyaz parmak uçlarımı hissetmemek istiyorum, istanbul'dan çıkışımızdan beri kazandığım paranın harcadığımla kıyaslanamayacak denli küçük olması paniğe yol açıyor, tansiyonum yükseliyor, tekrar yıkanmamaya başlıyorum. 

manuel iş bulmalıyım, senin için bizim kara pepe'ye danışabilirim, o kim, istersen bugün ziyaretine gidebiliriz.

ikiz evlerimizin yanındaki çıkmaz sokaktan, kanalizasyon atığı suların aşağıya doğru küçük damarlar oluşturarak aktığı kaldırımlardan iniyoruz, nüfus dairesinin önünde onlarca yabancı insan bekliyor, gül desenli etekli kadınlar çocuklarını ellerine tutuşturdukları tuzlu krakerlerle oyalıyor, başım dönüyor. rüzgar esiyor, okyanusun uzaktan görünüşünü özlüyorum, hiç inemediğim sahili, kahverengi kumları. çıkmaz sokağın sonundaki ahşap müstakil evin kapısını çalıyor manuel. kapıyı kirli sakallı, beyaz atletli, bir yerlerden korkunç şekilde gözümün ısırdığı bir adam açıyor.

pepe bu, guanabara'ya vardığımızda şeytan'a sözde iş çözecek, iblis sırıtışlı, portekizli adam, şeytan'ın canına kıydığım evi ellerime veren.

gözleri bana, beyaz geceliğimin üstüne giydiğim çiçekli sabahlığa kayıyor, beni tanıyor. sırıtarak onde seu amante diye soruyor, anlamıyorum. manuel sırtımdan iteliyor beni, içeri giriyoruz.

korkmam gerektiği düşüncesi beni korkudan uzaklaştırıyor, pembe zambakları ve zehirlerini düşünüyorum, insan etiyle beslenen insanları, insan kesitlerini, cam tabakaları. içerisi eter ve rom kokuyor.

Çarşamba, Ağustos 20, 2014

rio - 21

oynama fazla, kıpırdama. söz vermiştin. oynama, dangalaklık etme. saatler çalıyor, tren tangırtıları geliyor, broş göğsüme batıyor, şeytanın üstümdeki ağırlığı aynı kuran'dan fırlamış ateş dağları kadar baskın, kamaraya girdiğimiz andaki o küf kokusu, elindeki rus votkasından yükselen kesif aroma, uzun parmaklarının arasında tuttuğu küçük, çirkin bedenim, giderek şiddetlenen silleler, bütün gün kurumuş ot koparan ve beyaz atletinin içinde vıcık vıcık terleyen o maskeli adamın başarısız öfkesi üstümde, kollarımda, artık kanayamayan burnumdaki küçük hücrelerde, zemindeki ayak izleri, vacio'nun çaresizce izleyişi, tren tangırtıları, tekrar, tecavüze uğradığımı dahi anlayamayacak hale gelmiş beyin kıvrımları, bulantıyı anlayamayacak kadar düzleşmiş bağırsak kıvrımları, nefes borumla midem arasında haftalardır, aylardır biriktirdiğim engin okyanuslardan gelen mavi balina öfkesi.

rio - 20

perdomo'da yeni arkadaşlar ediniyorum. leylaklarımın ve lavantalarımın yerini yaban gülleri, pembe zambaklar alıyor. vacio'yu yıkatıyorum, her gün küvete girmeye başlıyorum, evi temizliyorum, klozetin kenarlarını ovalıyorum, elimde kalan birkaç bin reali peso'ya çevirttiğim at kuyruklu döviz bürosu çalışanı kadın ilk insan oluyor bana ters ters bakmayan.

sol kenarı çatlamış aynanın karşısında, yanımdaki uzunca bardakta birkaç gül, saçlarımı kesiyorum, uzun, kırılmış saçlarımı, kulak hizama getiriyorum, sol taraf sağdan birazcık uzun, ensemi göremediğimden ensemdeki saçlar düzensiz, gözlerimi ovuşturuyorum, daha az alkol, daha az uyarıcılar, sabahın köründe, bogota'nın tüm çiğ ışıkları uyanık ve tüm FARC elemanları uyurken kalkacağım bir işe girme fikri.

yan komşum manuel, dairelerimiz ortadaki kapıyla birleşiyor fakat kapı kilitli duruyor, manuel düzenli olarak çeşitli kadınlarla grup seks partileri düzenliyor, esmer kadınlar, şişman kadınlar, ayak bilekleri yılan kuyrukları kadar ince kadınlar, yaşlı kadınlar, mutsuz kadınlar, manuel ve arkadaşlarının çıkardığı sesler rahatsız edici gelmemeye başlıyor ve hayatta olduğumu hissediyorum. arada hiç bilmediğim semtlerden topladığı tütünleri getiriyor bana, önce kurumasını bekle diye uyarıyor her seferinde, her seferinde üzerimde aynı çiçekli sabahlık, aynı mahmur hal, ve yakamda aynı kurumuş gül oluyor, gülüp geçiyor manuel. ona günlerce, haftalarca maruz kaldığım şiddet ve tacizi, ve salt buraya, tüm deccallerin cirit attığı bu gül kokulu çöplüğe gelmek için göz yumduğumu anlatmıyorum ve o da nereden çıktığımı sormuyor. güney amerika'nın mavi çatıları, meraksız, günlük, isli insanlarına alışıyorum.

kes şu saçlarını derdi, dinlemeyip sabun kokan lacivert nevresimlerinden kalkıp kaçtığım adam. katilliğime duyduğum hissizlik beni hayata bağlıyor, ara sıra burnuma çalınan metanol ve toz kokusundan öte perdomo kurtuluşum oluyor. 

Salı, Ağustos 19, 2014

rio - 19

çalıştığım küçük lokantada günde on tamale satarsam on iki real kazanıyorum. on tamale için yüz gram domuz sosisi, elli gram kadar acı biber ve acı biber sosu gerekiyor; yağlı saçlı, gut hastası patronum diego malzemeleri lokantanın karşı kaldırımındaki yüksek yokuşlu sokakta bulunan manavdan bana aldırıyor çünkü yokuşu çıkamıyor. diego tüm gününü lokantanın arkasında, tuvaletlerin yanındaki florasan lambalı pis odasında goyta-cano maçları seyredip, nadir olarak bulabildiği patlamış mısırı yiyerek geçiriyor; kimliğimi, nereden geldiğimi, neden atletimin göğüs kısmında devamlı bir kırmızılık olduğunu sorgulamıyor, lokantada mestizoların ve şeytanın karaktersiz tenor sesinin yokluğunda rahatım.

on iki reale kokain veya rom alınmıyor. on iki reale bir avokado, iki kilo domates ve bir kilo kadar mango alınabiliyor.

her geçen gün daha çok tırmalıyor sesin kulaklarımı, her geçen gün giydiğin atletleri daha az yıkıyorum ve bunun farkında değilsin, sevişirken dokunacağını söylediğin bölgelerimde bıraktığın yara izleri üzmüyor artık ve kalkışacağım eyleme hazırlıyor beni, getirdiğin boktan tozların da yardımıyla.

diego'yu şişmiş, mavi damarları akarsular gibi kalçasına doğru çıkan ayak bileklerini ovalarken, kan akışını hızlandırmaya boşuna bir çabayla uğraşırken görüyorum. karısı nina zamanını evde sokakta satmak üzere hazırladığı temizlik bezleriyle birlikte, ara sıra perdelerin arkasından oturdukları evin dar sokağının kenarındaki gongora'ları izlemekle geçiriyor. bordo gongoralar. yapraklarının içleri de dışları da koyu kırmızı, yeni kanamış, mis kokan açık yaralar, savaşlar, tren raylarına benzeyen. sırtımı çeviriyorum, bir bira doldurup kirlenmiş tepsiye, büyükçe bir kovaya daldırıp aldığım yer fıstıklarıyla beraber koyuyorum. saat dört, ellerim titriyor. yaram kanıyor, ilk defa ağlamak istiyorum, yine ilk defa annemi hiç özlemediğimi fark ediyorum.

rio - 18


rocinha. en kanlı, en ıslak, en kaygan ve kendimi en suçlu sandığım. beelzebub'u dinlemedim, köse vitor'un söylediklerine kulak asmadım, şişman komşumun korkulu, nefret dolu bakışlarına yüzümü çevirdim, ve şimdi burdayım. suçun, mestizo'ların en kalın derilisinin, klozetlerin en grisinin, hortumlardan akan suların en çamurlusunun olduğu yerde, leylaksız, lavantasız, beelzebub terk etti, tamamen yalnız ve korku içinde, bogota'da, ciudad bolivar'ın en ter kokulu, en ölüme, şeytana, en çok kana adanmış mahallesinde, perdomo'dayım. perdomo benim evim, vacio'nun üzerinde pireler, tek odalı perdesiz evin tiksindiğimden ve işsizliğimden her gün yıkadığım beyaz çarşafları, ocaksız, ısınmasız, gri duvarlı mutfağın kırmızı zemini, rocinha'dan yanıma aldığım tek şey, mavi saplı meyve bıçaklarım, artık giyemediğim delik deşik ipek gömleğim, yakut broşum ve köpeğim.

hatırladıklarım var, venezuela'da çeviren polis memurunun kalçama dokunan elleri, santa elena'da içtiğim yoğurt çorbası, eczane önlerinde bulduğum ativan kırıntıları, ve şeytanı deşmekten kaynaklı, olmayan pişmanlığım.

pek çok dostum, terk eden, arka bahçede çimenlerin üstünde, koka yapraklarının ekşi kokusuyla esen rüzgar, re'den melodiler, tozun içinde her daim beyaz ve temiz kalan parmaklarım, anneminken yakındığım, bozuk vücut algım yüzünden paramparça etmek istediğim ve şimdi var olmayan tüm yağlarım, rio'ya ait olan, paralıysan altı saat ötede kalmış tüm dakikalar. 


Çarşamba, Temmuz 09, 2014

rio - 17

şeytanın ne işle meşgul olduğundan bihaber, on birde pencereden vuran güneşin üzerimde yarattığı yumurta sarısı dökülmüş halle yataktan kalkıyorum, çarşafları iki haftada bir değiştiriyorum çünkü ne yeterince çarşaf, ne yeterince çamaşır suyu, ne de en elzemi yeterince su var. 

annemin yakut broşlarını yanıma alıp, temiz çarşaflarını arkamda bırakırken aklımda tam da bu vardı.

eve sallanarak, güneş gözlükleri gözlerinin hemen üstünde, ve beyaz atleti sağa sola kaymış olarak giriyor şeytan, ilk günlerde rahatsızlık verici olan bu duruma sonradan alışıyorum, fakat alışmamın sebebi göğsüme baskı yapan broşum, dinah, yumurta sarısı kıvamındaki güneş, iki katlı o ev, mutfağın kirli zemini veya koka yapraklarının altında uyuyan vacio değil, bana beelzebub, lavantalar ve leylaklar yardım ediyor, rüyalarımın içinde, aklımın kaldığı o gemi kamarasındaki küçük yatakta, şehri terk ederkenki gün ışığında buluyorum kendimi, yavaşlıyorum, ve yavaşlamamı sağlayan maddelerin bitmesinden ölesiye korkuyorum. 

seni kaçıracağım kızım, yerlerde sevişeceğiz, ahşap şezlonglarda güneşlenirken öpeceğim boynundan.

rom yap bana, tamam, geri çıkacağım hızlı ol, pepe'yle bitirmemiz gereken bir işimiz daha var, ne işiymiş, yakınlardaki mahallelerden bir çocuk bisikletini satacakmış sana bisiklet alacağım, al rom limon kalmamış birkaç nane yaprağı koydum, hoşçakal.

şeytan çıktığında üzerimdeki atleti çıkarıyorum, sütyenimle kalıyorum, astarları omzuma yapışmış, sülük gibi kanımı emiyor, göğüs ucum iltihap kaptıkça sürdüğüm tentürdiyot bitmek üzere, çok canım yanıyor, yumurta sarısı kıvamında sıcak pek yardım etmiyor, bir bardak soda içiyorum, sütyenimi çıkarıp, temiz bir atlet giyiyorum, altımdan pijamamı çıkarmıyorum, kapının önündeki merdivenlere, kirli mavi plastik hortumdan fışkıran sarı suyla oynayan çocukları izlemeye çıkıyorum.

aklımda trenler, büyük saraylar, üç yüz metrelik heykeller, taş mağaralar, içilemeyecek denli fazla biber kokan votkalar, teras katları, ahşap raflar, beyaz çiçekler var, elimde plastik bıçaklar, çöp kokusu, bol miktarda tozlar, incelmiş septumlar, şişman kadınlar, kirli sular;

tamale satmaya çalışmadığım zamanlar sokağı izlemekle geçiyor zaman, çokça bakıyorum, az düşünüyorum, çok öfke ve az anlayış biriktiriyorum. 

düşündüğün gibi olmaması sana gerçek şeyler yaptıracak diyor beelzebub, zırva diyorum.


Perşembe, Haziran 05, 2014

rio - 16

nefes alıp veriyorum.

nefes


al

ver

al

ver

al
al
al
al
al

Perşembe, Nisan 10, 2014

rio - 15

guanabara'ya adım attığımızda başım dönüyor, ayaklarım uyuşuyor, haftalardır ince gemi salınımlarına alışmış bünyem kendi ekseninde daireler çiziyor. şeytan önden yürüyor, atkıyı fazla uzun tutmamdan, küf kokan nemli şehrin hangi ayında boynuna geçireceğinden dem vuruyor, sigara yakıyorum, boğazımı acıtıyor, muz ve toprak kokusu birbirine karışıyor, insan kalabalığından, balık pazarlarından, çıplak ayaklarla gezinen kavruk tenli küçük çocuklardan midem bulanıyor.

şeytanın kurduğu bağlantının ismi pepe diye bir herif, rocinha yakınlarında, küçük bir bakkalın önünde buluşuyoruz, portekiz göçmeni, üzerinde rengi atmış siyah bir atlet, kendimi tutamayıp siyah güneş ışınlarını çeker daha çok terlersin diyorum, pis pis sırıtarak kadınlar böyle seviyor diyor, şeytan suratıma bakıyor, pervasızlığımın son haddinde broşumu göğsüme bastırıyorum. zamanım geldi ve ellerim titriyor, elimizde bilmem kaç bin real var, zengin hissediyorum ve pepe'yle şeytan kalacağımız ev hakkında konuşurken bakkala dalıyorum. karşımda temiz suratlı bir adam var, sakalı bıyığı yok, içimden bu da mı gringo diye geçirirken, hali hazırda sert duyulan portekizce ve yüzünde kana bulanmış bir domuza bakar gibi bir ifadeyle ne istediğimi soruyor, arkasındaki rafı gösteriyorum, henüz kimseyle konuşamıyorum, bundan sonraki yıllarda da konuşmayacağımın henüz farkında olmayarak. iki şişe rom uzatıyor bana, 30 real'e iki şişe mccormick'le bakkaldan çıktığımda arkamdan meu nome vitor diye bağırıyor, hiç olmazsa dilinin bozuk olduğunu anlayabiliyorum. vitor'la böyle tanışıyoruz. 

pepe elimdeki torbaya bakıp sırıtıyor, şeytana bir şeyler söylüyor, şeytan yine yüzüme bakıyor, gözlüklerini takıyor, böylece sinirini benden sakladığını düşünüyor. elbette lavantalarımdan, leylaklarımdan, içimdeki beelzebub'dan bihaber, bu yüzden neyi var neyi yoksa anladığımı anlayamıyor. ipek gömleğim rahatsız ediyor, pepe denen bu herifin ayarladığı yer neresiyse gidip soyunmak istiyorum, curto caminho diyerek kirli parmaklarıyla sol taraftan çıkan dar yokuşu gösteriyor, yürümeye başlıyoruz, en arkadayım, dünyanın cehenneminde, beelzebub'um ve kanlı broşumla başbaşayım. her zamanki gibi. ve daha nemli.

Salı, Mart 11, 2014

rio - 14

kamaradaki turuncu ışıklı başucu lambasının rengi mavileşmeye, kollarımın, kenarlarından yere çarpıp canımı acıttığı küçük yatağın çarşafları kirlenmeye, zemindeki marley taşlarının üzerinde yürüyen ve motor dairesinin yüzyıllardır hiç temizlenmediğini gösteren hamam böcekleri çiftleşmeye, ördüğüm atkı gulliver'in boynuna göre olmaya, burnumun kenarlarından dökülen tozlar dudaklarımı kurutmaya, miguel'le akşamüstleri ve mavi ladinler hakkında yaptığımız konuşmalar bitip kamaraya döndüğümde şeytan yatakta olmamaya, lavantalarım, leylaklarım solmaya, annemin çantama tıkıştırdığı lal taşını okşamaya, iki günde bir yediğim haşlanmış patatesleri on iki adamla paylaştığım bok kokan tuvalete kusmaya, göğüs ucumu kıpkırmızı bir irine dönüştüren zümrüt broş ağlatmaya, güvertede içtiğim rom şişelerinden küçük tapınaklar yapmaya başladığımda, kara göründü.

Pazartesi, Şubat 17, 2014

rio - 13

lady macbeth bunu bilememişti, kan çıkıyor ellerimden, yüzümü yıkıyorum, lavabonun beyaz kenarlarını ovalıyorum, lavanta kolonyası ve iki reale aldığım deterjanı karıştırıyorum, banyoyu temizliyorum, küvetin kenarlarında akılsızın göğüs kılları, sağ tarafta iki damla kan izi bacak kıllarımı jiletlemekten kalma, deterjanla karışan lavanta gözlerimi yakıyor, üç yüz altmış bin realden elde kaldı yirmi bin, gitmem gerekiyor, şişman teyzenin ters bakışlarına şeytanın içimde bıraktığı yara izleriyle cevap veriyorum, vacio'yla birlikte, favelanın en pasaklı bakkalı bellenen köse vitor'a gidiyorum. hiç konuşmuyoruz, arkasındaki ahşap tezgahtan iki şişe rom çıkarıyor, aniden ellerini saçlarımın kulaklarımla birleştiği noktaya götürüyor, irkiliyorum, baş parmağını sertçe yanağıma kaydırıp şakağımda kurumuş kan izini gösteriyor. sırıtıyor, komik değil diyorum, anlamıyor, babanın gizlediği şey, oğulda açığa çıkar diyor ve gitmem gerektiğini anlıyorum.

hafif rüzgar, aylardan eylül, sokaklar fırınlanmış patates ve domuz sosisi kokuyor, sokağın arkasındaki dilenciler maket bıçaklarıyla kaval kemiklerine çizikler atıyor, çizikler arttıkça sadakalar da artıyor, toz azalıyor, septumum inceliyor, yavaşça ölmek de aslında, cinayetten hüküm giymekten zor diyorum, vacio dizlerime sürtünüyor.

formaldehit ve metanole ihtiyacım var. kurtçuklar şeytanın pis kanını emmeye başladığında bahçemdeki tüm yaban güllerinin solmasından korkuyorum.