Çarşamba, Ocak 28, 2009

kısa inişler ve çıkışlar, kıvırcık saçlar


kötü niyet elçileri diye de bir sıfat olsa çoğu insanın üstüne çok yakışır, çünkü neden biliyor musunuz çekirdekleri çıkartılmamış vişneden yapılmış reçellerle kahvaltı yapmasını istediklerim, bir iyilik ve kötülük terazisinin üstünde sallanıyor tüm konular ve hayatlar, bağırıp çağırmak, saçlarını yolmak, masaya savrulan bir dirsek hareketi, yüksek sesler, şikayetler, kadehler, bunlar başlı başına bir yerde, efendim topu topu birkaç tane uyduruk sevgi sözcüğünün çeşitlemelerinden oluşmuş tompirik toçpapçik laflarıyla şekillenen, hiç sonuna kadar gitmeyen yollarla, kahkahalarla, sizi seviyorum(mmm)(?)larla, içtensizlikle, ve gece 10'larla dolu hayatlar başka bir yerde, herkes kopuyor birbirinden, samimiyetsizlikle birlikte geliyor bu kopuşlar genelde, ve kimse birbirine çay demlememeye, kurabiye paylaşmamaya filan başlıyor, aslında tam da burda tüm hayatlar birbirine dokunuyor, romantik bu olsa gerek!, kötüler eldivenleriyle gülmeye, iyiler daha çok kahve içmeye başlıyor, bu insanlar hiç yerden yüksek filan oynamıyor, kimse ebe olmak istemiyor, herkes birbirine sağlık topu fırlatıyor, kimse topukların karpuz dilimleriyle ve yaz akşamlarıyla bir ilgisi olduğuna inanmak istemiyor, efendim, çantalar, uçaklar, bütün tozlanmış sokak lambaları filan adına özür diliyorum, moraller, baharlar, balkonlar, zeytinyağlı barbunyalar, uf. (sevinç)!


Pazartesi, Ocak 26, 2009

diitaks ve taksiido arasındaki farklar

kuşe kağıda basılı tüm yemek tarifleri, plastik bölmelerle ayrılan odalarda sigara içip how to dramatise your life gibi gibi! kitaplar okuyan kızlar, siyah kravatlı, siyah gömlekli erkekler, tütün kolonyaları, maço tavırlar, sabahın beşinde evinin yanındaki parkta köpek gezdirmeler at kuyruğu yapılmıiş saçlar ve pembe ayakkabılarla, taş binalar, gramofon sesleri, somonlu sandviç filan yemek, tavanlarında kristal avizeler sallanan otel lobilerinde içilen şeffaf içkiler, dans etmeler, kahkahalar, parlak ayakkabılar, topuzuna dikkat etmeyen kadınlar, gece yatmadan makyajını temizlemeyip sabah hala güzel olup bal kokan, tüm bunlar, hep eleştiriliyor yahu, neden yani teras ve su deposu olarak belirlemeliyiz hayatımızı, yani insan terasta otursun, yine aynı su deposundan gelen sudan kendine kafeole! yapıyor öyle değil mi, kaldırımlar mazgallardan gelen sularla temizleniyor, efendim mönümüz kremalı kahve, kaşe palto, yağmur, ki taçlar, kasketler ve muzlar birlikte yürüyor bu kaldırımlarda, bir de küçük güzel büfeler var nazik adamların gelen kadınlara ve adamlara makarna haşladığı, astronomiden, jüpiterden konuştuğu; hayatta koskocaman gaz kütleleri var, hala hala kaldırımların arasına sıkışıp pantolonumuzu kirleten sulardan bahsediyoruz yahu, küçük evlerde yaşayan büyük kahkahalar attığı büfeler, baharat kokan kırmızı büfeler, ki bunlar soğuk olunca kepenklerini indirmiyor, sabaha karşı çay demliyor, bir de müşterileri hep etekleri tozlanmış elbiseler giyen, büfenin direskoud'u neden olmasın!, mutlu insanlar!

eleştiri bir de sıkıntılı iş yahu, kendini tüm askıların ve kurdelalarınla vermen gereken bir iş yani, kendini, baharı filan sevmen lazım, sevmek, gülmek, gülümsemek, ahşap bir dolap gördün diye, veya ortasından çatlamış bir ayna, beyaz eşarbı kafasına bağlamış bir kadın, sonra yürümek lazım, erken kalkmak, uf! demenin sevinç getirmesi.

güne portakal suyuyla başladım!

hava almaya çıkıyorum diyip kaybolan insanlar için


hava bir acayip. fazla enerjik ve hareketli olmayalım, evde yasemin çayı kaynatmak iyi fikir, ki pazar günü okunan bütün kitaplar mide bulandırır ve bütün parfümler kötü kokar; üstüne üstlük hiçbir kot yeterince lacivert değildir, ve yağmur sıkıntı aromalıdır, ama mesela yine de babanın yağmurluğunu giyip kırık kaldırımların üstünde yürümek de bir fikirdir, denilebilir, bunun dışında yağmurun, güneşin veya çilekli parfenin filan hiçbir etkisi yoktur bu acayip havaya ve saatlere. aylardır bavul toplamıyorum, dedektörlü kapılardan geçmiyorum. kakül kestirmiyorum, limonlu sabundan sıkıldım, hala limonlu sabun kullanıyorum. hava şimdi yağmurlu olur, şunu da koyayım bari diyip halının üstünde duran fincandan soğuk çay içemiyorum, aldığım hiçbir cdyi baştan sona dinleyemiyorum, ya gidip saçımı kurutuyorum, türk kahvesi yapıyorum, balkona çıkıp sokağa bakıyorum, çok pis bir sokak, gürültülü, vitrinlerini sabunlu suyla silmeyen dükkanlarla dolu, cam çiçeklerini izliyorum, yazın babamın çuha çiçekleri diktiği boş saksılara bakıyorum, öğleden sonra bir saat sıkılıp maviye boyadığım saksılara, bu sırada dört beş derken bitiyor sidi, sonra sıkıl, bavul toplayama, çay iç, pencereden dışarı acayip havaya bak, koskocaman bir şehirdi, kilden mücevher kutusu yapmak, cam şişe biriktirmek, begonvil yetiştirmek gibiydi, veya onun gibi bir şeydi, kendi kendine değişen, var olan veya olamayan, fazla da dert etmeyen bir şehirdi. sonra dağa kaçtı, inek içti, kül filan.


karışık kafalar efendim...

Perşembe, Ocak 22, 2009

cesaretli kekin maceraları

tüm şehirlerde ve sokaklarda korna sesleri, kirli kaldırımlar ve egsoz dumanı vardır öyle değil mi, yani çok bilen, kıymalı makarnanın kıymasının domates sosunu tutturamayan, gözlüklü, gözlüksüz, sakin, sakin ve sessizliğini kendine sıfat yapan, yapmayan, bir sürü insan modelleri ki kendine özgü olmaktan çok uzak, ve hatta giymeye ve yırtılmaya hazır modeller bunlar, söyleyecek çok az sözüm ve kontrol etmekte zorlandığım bir çok kalp atışım oluyor insanlardan söz ettikçe, iyilikten ve kötülükten, bilgiden, deneyimden, gülümsemelerden, boyutlardan, ne bileyim ben yahu, tüm bunların yol açtığı bazı hayatlar var, buna göre şekillenen, kendi kendine, evet devam etmeliyim dedirten, veya dedirtmeyen, buna göre sokağa çıkmayı sağlayan, yüzünüzdeki ifadeyi, dudaklarınızın rengini, tuttuğunuz bardağı, yürüme şeklinizi ve hangi masayı seçtiğinizi, o günlük hangi rengi sevdiğinizi, limonlu dondurma ve beyaz leblebi arasında yaptığınız seçimi, kahvaltınızın süresini ve başınızı yastığa koyup, iki elinizi gövdenize yapıştırarak öyle kaldığınız an ne hissettiğinizi belirleyen hayatlar. kırıklarla veya yara bantlarıyla ilgili olan her şeyin, yokuş aşağı yürüdüğünüzde yüzünüze vuran rüzgarın, gelecek bütün hayatların ve şehirlerin ve güzel şiirlerin acı vereceği, huzur vereceği, aklınıza yediveren güllerinin kapattığı ve limonata içtiğiniz güneşli bir verandayı hatırlatacak bir hayat! ankara yaşlandırıyor insanı! beşinci cadde ve saksla ilgili tüm anıları siliveriyor bir anda. içinde meksika güllü parfümler satıldığını hatırlatıyor sadece. hayal ürünü olan tüm yürüyen merdivenleri ve upuzun paltoları. iyi kar yağıyor çünkü, ayaz oluyor sonra da.

size çırpılmış yumurta yapayım ben! iyi kahvaltılar.

Salı, Ocak 20, 2009

törenle karşılanmak istiyorum!


dakikalarda yaşıyoruz ya hani, yani kaldırımın kenarından kopardığınız papatyaya benzeyen küçük çiçeği kulağınıza taktığınız dakika, en güzel gecem diye çığlıklar atarken birden gözgöze gelip sarıldığınız, ben her sabah o mavi çarşaflarda uyanmak, her öğleden sonra aynı dünyanın en seksi kadınları listesini sondan başa saymak istiyorum diye çam ağaçlarına sarıldığınız, ayrılamadığınız dakika, sabah yastıkla gözlerinizi kapatıp kelime çağrışım oyunu oynadığınız, ki kahverengi erkektir, çok mutlu değildir, ve bence karaktersiz bile sayılabilir ama kovboylara yakışabilir; sonra kahvaltı yapayım, tekil konuşma anlarından sonra, ki yorgan anneanne sabunu kokuyor hep, mutfağa çıplak ayak yürüdüğünüz dakika, ayakkabılarınızın kenarlarının yırtıldığını gördüğünüzde gecenin bir yarısı ve koşmaya devam ederken, balkonda menekşelerle çay içerken ve dürbünle kocaman gri binaların arasından ankara palası ararken, yani yaşamaya uğraşırken diyelim, gerçekten, sürekli kavga ediliyor dakikalarla, ve minik bir siyah elbise kadar küstahlar, küçük dakikalarda yaşamaya uğraşırken, saat tiktaklarına karşı, silahlara ve cellatlara rağmen, yine de kahverengi gülümseyen bir renk değildir, bahar her zaman daha serin ve güzeldir, ve fransızca en çok ağlayanlara yakışır sanırım.


yine de duştan çıktığında her yer ananas kokarken, sokaktan tam hava kararırken geçerken, biraz koşarak ama genelde yürüyerek, yani bir yere yetişiyormuş gibi, ama kelvinkılayn kadını gibi değil, güneş ışığı varsa bir de dudaklarını vişne çürüğü yapacak kadar, ama dakikalarla savaşıyoruz unutmayın, çürük vişneler bir gün daha çok çürüyecek, ve hiçbir zaman tatlı vişne şekerlerine benzemeyecekler, hani meyveli pastanın üstüne çok yakışanlardan, aşağı doğru yürürken ve heyecanlanırken sadece koyu pembe perdelerini gördüğünde evinin, jilet gibi bir gömlekle seni dansa kaldırırken çocuğu intihar etmiş adam eşliğinde ve hafifçe süzülürken pinot damarlarına, ki burda gündüz gözü görmeyen arkadaşlarımızı hatırlamalıyız, apartman iskeletlerini ve altından geçerken çıkan taktuk topuk seslerini, gülümserken ve sadece dudaklarının o halini tekrar görmek için sana aynı cümleyi defalarca söyletirken, ki küçük bir ışık huzmesine benziyor tam bu an, tam bir yaz tatilindeyim ve saat 6 anı, şahane kokan bir mercimek çorbası! veya 4'te uyanıp vişne suyu içmeye geç kalmak, aşık olmalı insan. sonra aşık olmalı.

yıldız-ayrancı hattı akışları



merhaba,
viktor bak, sanki duvarlar var taş, turuncu, çıkmam mı gerekiyor ne bütün bu duvarları, çünkü o duvarlara çıkabileceğime inanması gereken hayallerim ve kırıklarım var, mavi gözlü değiller, anlayışlı değiller, küstahlar, terbiyesizler, kalp kırıyorlar, ama kalp kırık olmalı ki başka kalpleri kessin, parçalasın öyle değil mi, bir ucu sivri olmalı ki dokunsun içinize, köprücük kemiklerinize, ahşap masalar ve sandalyeler çok güzel kokuyor, yürümek iyi geliyor, ankara'da hava soğudu, yorgunluğu azaltıyor soğuk, eldivenler daha mutsuz, daha yaşlı, hava karanlık, estetik ameliyatlarla ilgili yeni haberler çıkmıyor, kızlar çıplak bacaklarla dolaşamadığı için umutsuz, sakarya balık kokuyor, tüm kemanların akortları bozuk, senfoni orkestraları amadeus gülüşünü özlüyor, samimiyetsizlikten nefret ediyorum, iyileşmek umuduyla, iyileşmeye kadeh kaldırıyorum, ki gerçekten bu his kuvvet, muhtemel, çam ağaçları, filan çağrıştırıyor.

güzel pazar sabahı olur

uyandık, aslında gerekmiyordu da, ama yorgan yere düşmüş, bacaklarımız üşümüş, hafif bir gün ışığı beyaz perdelerin arasından burnuna düşmüş, çorabının tekini çıkarmamış çocuk, aylak bir çocuk bu, kağıt gibi, yüzümü yıkamaya gidiyorum, ben, tüm garip yaratıklar ve küçük laternalar, yani sabah yüz yıkamak, soğuk su, bunlar bana bir defa o küçük sarı banyoda rahatlatıcı geliyor, bana!, küstah, anlayışsız; kendini o şeftali kokusundan alamamak, tüm girintilerin ve çıkıntıların senin varlığın düşünülerek yapılmış olması, bunları bir başıma düşünebilmek ne garip, taş zeminde tek başıma yürüme fikri gelmeden aklıma, hep iki kadeh alarak elime, ve koltukları birbirine çok yakın bir sinemaya girerkenki heyecanla, bu mevsimde çilek bulunmuyor, tezgahı parlattım çünkü güneşe temizlik yakışıyor, mesela sıcacık kumlar, sayfaları güneşten buruşmuş bir kitap, yapış yapış saçlar, aşk her zaman yasemin kokar, bunu söylemeyi unuttu tom, aşk ve yaseminin paralelkenarlarmışçasına seviştiğini sabaha kadar, ve sonra da omlet yediklerini salamlı ve biberli, sessizce, iki arkadaş iki kardeş veya iki sevgili gibi.

hep yaseminlerden, klavye tuşlarından, sigara paketlerinden, aptal kokulardan bahseden gülünç biriydim, bana yardım eder, ben yanlış anlardım sonra başa sarardım, yine ağaçlardan bahsetmeye başlardım, bu arada bir iki üç ağaç dalı koparmıştım, ki bu sırada havanın kararması tek bir huzurlu düşünce getirmiyordu aklıma, mesela hiçbir çiçekli şalla dalga geçemiyordum, yüzlerine baktıkça kırık kaldırım taşlarına takılıp tökezleyen adamlar, kadınlar artık tökezlemiyordu ve ben neden yani neden ki diyerek kazanı karıştırmaya devam ediyordum, sabahları kalkıp bakkala gitmek, bir şişe süt almak, bunları yazacağım artık kitabımın başına diye sayıklıyordum, tüm hisler dakikalarla sınırlıydı, çileden çıkartan dakikalar, insan ya krem şokola filan yer ya da elmalı pay, bir karar ey yüce sisi, bir karar, çünkü aslında her şey, her şey gerçekten aşkla doluydu ama ben o sırada karbonmonoksit soluyordum, bir de ellerim çatlıyordu.

Pazartesi, Ocak 19, 2009

quote unquote


Ansızın bir rüzgar çıktı demin

Çölde yanıt arayan alaycı bir rüzgar

Kolalı bir örtü gibi acıtıyor yüzümü

Yakıyor gözkapaklarımı da

Toplayıp getiriyor anılarımı bir bir

Uzun yolları hiç sevmeyen anılarımı.


Bir çocukta bir kadın hayaleti mi

Bir kadında bir çocuk hayaleti mi

Yalnızca bir hayalet mi yoksa.


ec

çok meraklıyım ama endişeli değilim

daha önce de söylediğim gibi, ah ya, size nasıl hitap edeceğimi bilemiyorum artık, ne çabuk eskitiyoruz her şeyi, ve her şey ne kadar çabuk itibar görmemeye başlıyor, daha dün annemizin kollarında ağlarken, çocukluk vörsıs yaşlılık arasındaki git gellerim beni öyle çok yoruyor ki, yani mesafe yüzünden midir nedir bilmem, birden portakalın kokusunu alamıyorsunuz mesela düşünsenize, kaldırım taşları her gün daha kırık ve daha küçük görünmeye başlıyor, ve konuşulanlar her geçen gün daha fazla doğaya dönüyor. kıskançlık mesela, yani allahaşkına söyleyin, bir gencim güzelim, ahlaksızım, ama bu da bir ahlaktır hoşuma giden çağı yan ürünü değil midir, konu bu kafasına kozalaklar fırlatmak istediğim merete geldiğinde, allahım üzerimden düşen ve omuz bölgesindeki örgüleri lime lime olmuş olan hırkam yüzünden artık benim de yüzümün kalemle çizildiğini düşünebilirler oley leloey oley!'lerden daha gereksiz, daha çığlık çığlığa biri oluyorum, ondan sonra bir vişneli turta döngüsü yaşanıyor, BACAKLARIM AĞRIYOR YAĞMUR YAĞACAK moduna girilip evde mücver filan yapılıyor, yapılamıyor, efendim yani öyle böyle değil, surattaki o sırıtış ve saçlarla oynanılan ve gözlerini kısıp şarkı söylenilen her an için bir kafatası diyorum, sonra evde yalnızım, çıplak ayak antreden koridora, koridordan antreye yürüyorum, köpek kafasını patilerinin arasında sokup uyuyor, demlenen çayın sesi geliyor, (ahahaha LALE MÜLDÜR LAN) sevgili zeynep dizlerini karnına çekip otur, pencereden ankara'nın kirli çatılarını, çakma uzun binalarını filan seyret, bir şekerli çay iç, güneş battığında ve caddeden gelen araba sesleri yükseldiğinde de, bence, doldur küveti, çocukmuş yaşlıymış demeden uykuya dal.

gideceğim viktor bir gün gerçekten gideceğim yahu be

Perşembe, Ocak 15, 2009

çay demlemece

söğüt ağacının dallarını kestiler diye, güneş ahşap bankların üzerine düşüyor, gözleri kamaştırıyor, sigara içilmiyor diye, merdivenlerin arasındaki santim farkı aynı değil diye, her üç saniyede bir kafaya gelen içi pirinçle dolu topların kümülüslere doğru havalandığı görüldü diye, zil yok, zil var diye, saçlarını savuran herkesin ana maddesi sığır jelatini diye hayıflanılan günleri özlemek de varmış sevgili dostlar, gece mavisi arabalar, uzun yollar. bir gün yeşil masa örtüsünün üzerinde karpuz çekirdekleriyle oynarken güzel güzel anne kokusu kokan annenin sözlerine geleceğim, annenin sözlerinin bunca canımı acıtacağı, ve bunun su şişeleri, ponponlar ve badem kremleriyle dolu bir masada, her istediğinde sütlü kahve içebildiğin bir yerde, yandaki çekmecenin çilekli sert şekerler, dişine yapışan jelibonlarla dolu olduğu bir odada başıma geleceği; tanrım gerçekten soğuk, ve gerçekten, dediğim gibi çok ama çok fazla söküğümüz var yenimizde, çok fazla yanlış dikiş, ve fazlasıyla defo; hiç de geçmezdi aklımdan, sürekli eski kitap sayfası kokan aklımdan, her ciddiyetin, her ciddi sözün, ciddiyet beklenen her hareketin, ciddi olan her mimiğin üzerine delizia sıkıp bütün disiplinlerin elmacık kemiklerini kıpkırmızı yapmak isteyen aklımdan, ki düşünsenize akşamki antrikot boşa gidecek, (TÜH VAH VAH YAHU) ve biliyor musunuz hiç de çocukluğu, salıncakları, gün ışığı kalmamış olan aklımdan.

sayenizde efem, sayenizde tüm hırs küpleri, çaya filan da atılamıyorsunuz, ne acı, ne gözyaşsız, ne kadar nemli bir acı, kağıt kesiği gibi.

Çarşamba, Ocak 14, 2009

arşivlerden düşmek pahasına

son zamanlarda kızgınlık, kızgın yağ, işte hamsi tava, patates kızartması filan gibi kelimelerin aklıma çok gelmesinin sebebi, sanırım bu giysi dolabıma sıkıştıramadığım bir tür bencillik, bir tür tüm kuş tüylerinin havalanmasını isteme durumu, sağım solum önüm arkam sinir küpü! halleri, yahu n'oluyoruz bu kırmızı başlıklı kız kostümlü kız çocuğu havalarına girmeler?! denebilecek konuma gelmeler, bir de doktor raporları, havada uçuşan lökositler, ferritinler, 'zaten yaşlandım kolye de takmam, yaseminlerden de bahsetmem, vize alacak da param yok diye diye iyice müslüman olmalar, araplarla yat, farslarla kalk, öylesine akşamüstüne kadar bacaklarım ağrıyor diye yorganın altında debelenmeler, baş dönmeleri, yaşlandım da yaşlandım, n'oluyorsa yani, bunun dışında anlatılacak fazlasıyla hikaye var, bu arada siz dağ çileği toplamaya gidin, ayağınıza tahta pabuçlar giyin, ben biraz düşüneyim.

merhaba

cuma kelebekleri sendromu

aldığım eleştiriler eğrisinde bu sabah sosyete pazarlarında satılan rengarenk tshirtlere benzeyen ve iki buçuk gün sonra rengi atan, öğle yemeklerinde olviitkrspiy entel kahvaltı tribiyle lavaşkiri gülen ineği yedi diye kendini sofielısbekstır sanan kadın kısmından bahsedilecek. (edit: kahvaltıda simit çerkez peyniri, öğlen yemek yeniyor tanrım! ve akşam sosisli pizza statüleşti kadınlar! yiyin modern olun,) (edit2: zeynep'i küstahlıktan kurtaralım operasyonu)

efendim bunların hayranı çok. (?) vallahi kıskanıyorum küçük avrillaviyn suratlarını ve kamelya rengi rujlarını. fakültenin önünde söğüt ağacının altında oturup kendi kendime acı kahveye dört papel (?) bayıldığım için hayıflandığım, pantolon askılarımı düzelttiğim ve denemelerime (?) devam ettiğim badem çiçeği kokulu güneşli günlerde bu hatunlar bunların diğer yarıları olan fıreşmın adamlarla -ki miuccia seninle avokadolu krep yiyip dertleşmek istiyorum sabahlara kadar- kıymalı makarnalarının kaçta kaçını yiyecekleri konusunda tartışmalara başlıyorlar, sanat sepetlikten dibe vurmuş durumdalar ve hala dağıtmaktan (edit: sevgilim tekrar söylüyorum bu yaşlılık sendromudur işte. i am a model i don't eat'tir filan) korkuyorlar, kırmızı arabalarının (üçotuz ohye) koltukları şekerli, tatlı ama seksi kız (bunun bir açıklaması olmalı) parfümlerinden kokuyor.

hayatı çözmüş bunlar hocam. ye iç. sevişeme.

sevgiler

8/8/08, cuma.

picey soda içiyordu

tahammül kabiliyetimin camden'da feytlıs çalan ve siyah duvarları olduğu için önünde mini etekli ve kırmızı -bilerek kirletilmiş ki gerçekten anlayamıyorum bu çabalı dağınıklığı- (edit: biliyor musunuz, haha biliyorsunuz tabi, start spreading the news baby) botlu hatunların ve füme tek düğme ceket-jilet gibi beyaz gömlek kombinasyonlu mağrur ve hüzünlü adamların sıra oluşturduğu bir gece kulübünde dağıttığını hissediyorum an itibariyle sadık arkadaşlarım.

bu iş öyle canımı sıkıyor ki artık arkamdan plastik torbasıyla fışırfışırfışırfışır sesler çıkararak yürüyen kahverengi tayyörlü kadınlardan daha çok kendi bütünlüğüm sarsıyor beni. (hadi canım! çok satanlar raflarına girecek kadar çarpıklaştı romantikliğim, bundan sonrası sırf dabılekspojırlı köpek fotoğrafı sohbetleri)

samimi söylüyorum, beyin kıvrımlarım beni aptal ve çirkin kızların küçük lise duruşları ve reçetesiz depresyonlarıyla erkeklerin yanına gidip beni koru lütfen beni koru çığlıklarından -ha bir de buna düşen adamlar var bunu tamamen es geçiyorum- kurtaracak bir uçak biletine dönüştü. bu anı fotoğraflayın, vogeditörlerine dağıtın. (edit: ikinci dalga hahahaha. devam)

sevgiler. beyinsiz sanatlar.

7/8/08, perşembe.

neden evlendin kaan

bizim mor sandalyede uyuyakalma ve sardunya sulama rekortmeni kaan sezyum yazardölaköşe evlenmiş, görüyor musun şu işi. daha dolmuşa binip yanda oturan ablanın şeytan çıkarma seansına bakıp bakıp köşelerde inmeyi unutacaktık. herneyse. her ne ise. her ne papatya ise. (edit: küstahlığım konusunda haklı olduğunuzu bir kez daha anladım. ders almak çok sıkıcı viktor! viktor!)

bu kadın kısmının sinir hastası olma katsayısının marstan gelenlerden daha fazla olduğunu gün be gün anlayıp acılar içinde kıvranıyorum. yani bu limonata yapayım diye limon kabuklarını rendelerken serçe parmağının üstündeki ince derinin kalkmasıyla oluşan pis acıya benziyor.

sevgili paganini acının yaratıcılığı körüklediği filan da yok ayrıca. külliyen yalan. yaratıcılığı körükleyen bir şey varsa o da regent'da bir daire veya sentrılpark manzarasıdır. altüst olmuş orta sınıfın ellerinden öperim.

6/8/08, çarşamba.

temiz kalan yarılarımıza


kendimizi harap ediyoruz gençler. gençler, martiniler, sosyal içerikli mesajlar. (edit: cümle bitirmeme bir tür kırmızı elbiseli kızın ince kravatlı adamı tavlama tekniği midir, iyi niyet gösterisi midir, yirmi beşinci senfoni cinayeti midir, nedir)


sizlerle bir manhattan gecesi paylaşmak istiyorum sevgili akşamüstü 6 insanları. siyah beyaz karolar ve arkadaki manasız masalar, ha el kullanmadan yenilmeye çalışılan patlamış mısırlarla dolu mu olsun, yoksa helskiçınla filan mı. biliyorsunuz denizaşırı hakkında çok hassas bir kişiliğimdir. (edit: THY N'OLUR BANA SICAK HAVLU DAĞIT HAVAALANININ ÜSTÜNDE FIR FIR DÖNERKEN EY CEYEFKEY) ayrıca montmartre'da ciğerli sandviç yemedim ben. salam ve kaşarlıydı o. yanında da 1664. o zamanlar ağustosta hava serin oluyordu. kadın kısmında bir zayıflık algısı oluyor sırf. algıdan öteye geçemeyen limonlu pasta dilimleri tribi.


ikincisi bu sosyal içerikli mesajların tamamındaki içerik aynı sosyallikte. yani diye bitirmek istedim bu cümleyi ama bu gece ayakkabısını kaybetmeyen prenses bölünmesi yaşıyorum.


sevgili minırılvotır ve soda arasındaki farkı tamamen açıklayabilecek kapasitedeki arkadaşlarım. bu şanzelize'deki kafe bozmalarında gerçekten iki öyroya da oturabilirsiniz, yanınızdan elindeki kaktüslerle philo'nun geçmesinden bağımsız şekilde. bu kuik muhteşem bir buluş diyorum. karidesli salata ve laytbira mı? fazla küstah oldu. (edit: ama o senin yaseminli begonvilli kendi güzelliğin hayatım,)


cin bengi bir gün gerçekten geleceğim. hah diyip kollarımı açacağım paris kümülüslerine doğru. yalan söylemiyorum.


bu nada'da hakikaten bir mana yok. samimi söylüyorum, evde beter böcek seyredip kışlık hırkalarınızı çıkarın üst dolaplardan. nedir yani. (edit: manalı olanın güzel olmadığını anlayalı kaç zaman geçti, mavra ne demekti, yaşlanıldı mı ki)


sizleri sevdiğimi anladım bir kez daha. hepinizin fotoğrafını çekip odama asacağım.


fındıklı geceler efendim.


1/8/08, cuma.

gece

(dün yazılan saçmalıktır.)

café bien'imizde (dikkat ederseniz iyelik eki sırıtıyor, utandım kendimden alisinvondırlend) (edit: müthiş) geçirilen gecelerin hep damla sakızıyla kaplanmış karpuz gibi kokması sorunsalı, (değilim yazar ben orda, kol havaya kaldırılarak yukardan çekilmiş binlerce fotoğrafı olan laytefes insanları) sorunsaldan da çok bir iskambil askerler klasiği kadar güzel olması, çakma jarmusch muhabbeti yapan gömlek düğmeleri son raddeye kadar iliklenmiş androjen hatunlara katlanabilme katsayısını arttırıyor. (buraya bir sonsuz işareti koyup yanına da kötü niyet yazmak istiyorum).

şimdi efendim sorun hatunların kapalı gömlek düğmeleriyle 'androjen görüneyim, ivsanloran beni öp, ben post-travmatik modern çağ nüvluk kraliçesiyim' mızmızlanmaları da değil aslında. bu işi yaparken niyeyse bu düğmeleri iliklenmiş gömlekleri ve kasık kemiklerini örttüğü için aslında pek de memnun giyilmeyen yüksek belli pantolonları vücutlarına yakıştırma/yapıştırma sorunuyla karşı karşıya kalmaları. bu hatunlar kotla dolaşma fikrinin elizabeth taylor'dan çıktığını düşünüyor. spagetti ve prosecco birlikte gitmezmişmiş. efendim prosecco selectra'yla iyi gidermiş (hafif meşreplik ne zamandan beri erdem sayılıyor bu arada).

sevgiler. bundan sonraki bölüm cici kız eğlenceleri.

darling gray - 2


sabah 9 civarlarında kahvaltı çayımı içerken ve sabah sabah renkli hayaller, büyük londra oteli filan gibi entelektüel saçmalarıyla kafamı doldururken -ki bu sırada bir kısım iran'lılar istanbul'da telefonla konuşuyorlar, plastik mi plastik bir yazı yazmakla meşguldüm. efendim bu 9-5 muhabbeti biraz sakat. özellikle 10 buçukta -telefonların zırlamaya başladığı vakittir tam da- çıkmaya karar verdiyseniz ki o saatte kimse martini ısmarlamaz, ısmarlayamaz, iş iyice dramatikleşmeye başlıyor.


plastik yazı da en nihayetinde maskara olacaktır tabi ama ben şimdi vizesiz balkan ülkelerinden bahsetmek niyetindeyim.


oralarda hep çingene etekleri mi giyilir ve karanfil mi satılır ki. dünya görüşüm estetik kaygıyla ve algıda çekicilikle sınırlı. imza the artbiç.


bir de bu ev partisi mefhumu var. sevgili iskandinav kanından uzak durması gerekenler, bu insanlar neden normalde pijamayla çıplak ayak dolaşılan yerlerde topuklu ayakkabılarla birbirlerine caka satmaya çalışırlar. banyoda kristal kadehler ve karl yaseminleri. kanepeler niyeyse hep boş, küçük somonlu kanepelerden ve kırmızı kirazlardan kimse yemiyor. bu bir hayat tarzı mıdır. yoksa bir, bakın ayakkabılarımın altı kırmızı, anladınız siz iması mıdır.


ekleyeyim, bu evlerde telefonla veya dijital kamerayla fotoğraf çeken insan göremezsiniz. herkeste bir manuel çılgınlığı. eskiye övgü ve beşinci cumhuriyetçi brandy kadehleri (bunu türkçe yazmak isterdim ama burnum el vermedi).


hardal sarısı çok modaymış. bence patates kızartması iyi giderdi. ah afedersiniz ya! yemek yemiyorduk doğru (edit: hahahahaha. felisitasyon şeri zeynep)


sevgiler küçük sarma sigara arkadaşlarım.


31/7/08, perşembe.

boeingler paraşütler - 2

günaydın sevgili küçük william blake taslakları,

rüzgarlı bir ayrancı gecesinde aldığım duyumlara göre akşamüstü begonvil açış saatine kadar uyunuyormuş. çok sevindim. çok sevindiğim için sabahlara kadar ağlayış ve sızlayış kotamı başka bir güne sakladım. yüzümü yıkamakla ve bavul hazırladığımı filan hayal etmekle geçirilen bir gece oldu. (edit: kendini tiye almak, güllü eşarplar takmak filan, pek bi amerikanvari terapi sezdim ben burda)

bu avrupa kentlerine boyunlarındaki eşarplar ve robbins kitaplarıyla giden adamlar bir de arayıp 'buralar da patlıyor, şöyle merdivenler böyle heykeller şöyle kadınlar ve çeşitli kokular var, demezler asla. balık gözünden çıkmışçasına çekilen bütün fotoğraflarda bir deviıntaaat havası sezilir. çınarlar ve beyaz bacaklar filan (?). (edit: burda aşırı yoğun bir sıkıcı klişeyle karşı karşıyayız. olağanüstü hallerde kriz yönetimim gerçekten felaket korelasyonlu. neyse bunu unutalım, geri dönelim plastik torbalarımızı çöpe atmayalım yeni cep telefonu almayalım vs)

neyse. burda ben olsam sadece havayı koklardım diyip küçük mutluluklardan keyif alan minik bir su faresine dönüşmek isterdim. fakat olmuyor olamıyor sevgili küçük tate modırn'lar. küçüklüğüme sığamayacak derecede büyük bir bavul hazırlamak istiyorum diş macunlarıyla ve su şişeleriyle dolu.

efendim bir de bu işin sanatsal boyutu var. her sabah aynı müze-aynı tablo-aynı pretzel üçlüsü sıktı bile daha yapmadan.

hepinize yataklı tren vagonlarında güzel rüyalar diliyorum. bir de her işte bir hayır yoktur kesinlikle.

30/7/08, çarşamba

boeingler paraşütler

sevgili nesquik severler,

bu avrupa kentlerine aidiyet hissi bende ciddi komplikasyonlara yol açmaya başladı. sabah uyanıyorum bir sinir bir sinir. biraz da edebi hüzünselliğin ufuk çizgisiyle birleştiği yerde kaldırımların dün geceden kalan pis siyah çöp poşetleriyle dolu olması, insanların koordinasyonsuz yürümeleriyle karışan ordan burdan fırlayan korna sesleri, stefano'nun canını yakacak d ve g'ler filan, sabah sabah köpeğimi bir üst sokakta gezdirirken sinir haritamı çıkarıyor önümdeki polis noktasına. ben böyle ülke görmedim. ayran ve simite lafım yok sadece. (edit: sözlerimize dikkat edelim. ha oviedo'daki çiçek pazarı ha sakarya, çiçek pazarı, üstüne üstlük midye tava, 'bira bu kapağın altındadır' ve saçma heykeller. sevgilim, evet gerçekten yaşlanıyorum. gerçekten kortizona ihtiyacım yok ama)

nerden çıkıyorsa, yok efendim limon rengi elbisemle la fayette pazarından portakal alacakmışım, öğle yemeğinde kafeole zımbırtısından içecekmişim, vesaire, sokakta gezen köpeklerin ve pankrak esintilerinin beni mutlu edeceği kente gidecekmişim, gene vesaire. saçmalık anlayacağınız. sivri biber olmak istiyorum.

efendim bir de ben gidemedim onlar gitti zırvaları var. buna da değinilecek.

sevgiler. topuklu ayakkabılar.

ikinci edit: masumiyet soğuk yenen bir aperatif olabilir.

ankara underground!


yeraltı çok hüzünlü bir yer. karşı platformda kırmızı elbiseli kadınların 501'li erkekleri öptüğünü görmeseniz, veya beyaz çizginin ötesindeki raylarda fareler gezinmese, veya arkanızda martini kadehli müzikal afişleri olmasa bile bu metro denilen toplu taşım saçması gerçekten çok hüzünlü. yani, kulaklıktan gelen müzik bile hüzünlü çalmaya başlıyor. istemeden bazı hüzünsel tepkiler çıkıyor ortaya. boş boş raylara bakmak, ayakları çapraz yapıp saçları öne düşürmek filan. müzikle gelen o hal değişimi artık alenen sağınızda solunuzda bekleyen insanlara yansımaya başlıyor. herkes birinden ayrılıyor, herkes uzaklara gidiyor, herkes intihar eğilimli diye düşünmeye başlıyor insan niyeyse. metro sakat iş yani, bence.

bir de kenar platform nedir sevgili sezyum. her iki taraftan açılan kapılar da kenar platforma açılmaz mı ki en nihayetinde. gelen kadın sesi nazikçe kenar platforma yaklaşınız deyince insanlar hop birden sağa veya sola yaklaşıyor. ben anlayamadım. arkadan takip ediyorum. edit: parmağıma mor pırlantadan bir yüzük takıyorum desem etraf renklenir ve kadehler çınlar mıydı ki? ne çok yanlış yapıyor allahım insan hayatta, ne çok eksik bırakıyor, ne çok şampanyayı ve ahşap sandalyeleri boyamadan bırakıyor. her tarafı boyamalıyız, lila ve kavuniçi kullanmalıyız,)

ankara metrosu üstüne üstlük bir de eğreti duruyor. ne bileyim -faşizanlığın baş gösterdiği an- bazı insanlar pijama giyseler yakışmaz ya, o hesap. şehrin göbeğine sonradan oturtulduğu için midir nedir, tuz eklemeyi unuttuğunuz için birbirine yapışmış makarna veya pazartesi sabahlarına benziyor bizim dı tüub.

herkese sevgiler. bir de elmalı pay kokulu parlak bir bon voyage.

ikinci edit: moda olan her söz çok keyifli ve güzel. evet espresso, kuşe kağıt filan bunlar güzel şeyler. 9:19

kahvaltı mönümüz patates

eleştirel makarna kıvamında bir yazı daha çıkacak sabah sabah sanki. kaan sezyum beyefendiye hürmetler, kendisi hayata italik bakmama -ki ben bu lafı romantizm trendi içinde aşk ve aldatmaktan bahseden şairlerin (?) (c ile başlar) neden kullandığını hala anlayamıyorum- neden oluyor. minibüs aslında minibüs değildir, dolmuştur. kesinlikle daha sempatik değil ama tema olarak dolmuş da sempatik değil zaten. bu dolmuş meselesi bir de mesela el sallama zorunluluğunu yanında getiriyor. kulaklıktan gelen çakma cockney aksanlı here they come the beautiful ones sesleri içinde salınan hatun kişi bu el sallama işini beceremiyor. inebilir miyim diyemiyor, son durağa kadar gidip bedbaht olmaktan filan bahsediyor.

bugün cuma. 7 civarlarında midesinin sırtına yapışmasından gurur duyan kızlar ufukta belirecek. uçak biletimi aldım. yunaytıd doksan üç (sayılar dünyanın en aksan kasan türkü tarafından bile türkçe okunur).

dipnot. iran'da homoseksüel var evet

25/7/08, cuma.

edit: günaydın. yazıların da beyazı kırmızısı ve pembesi varmış dostlar, meyhaneler, kruvasan kokan müzeler. sevgiler.

Salı, Ocak 13, 2009

modernle milli olmak!

dün gece televizyonda şu sokak modası diye tabir edilen -ki fosforlu sarı bir atkı takıp kış ayazında güneş gözlüğüyle dolaşınca niye bu sokak modası oluyormuş onu da bilemiyorum- kıvamda anneanne dolabını talan etmişçesine giyinmiş bir hatun kişi paris'i dolaşıyor. allahım ne sanat ne sepet görmelisiniz. sanırsınız vücudunun ve kalbinin her noktasından rodin'ler, kutoğlu'lar (!?) akıyor, öyle dolaşıyor çınarlı ve sakızlı kaldırımlarda. ben bunu kanepede çenemi göğüs kafesime değdirmeye çalışırken izlerken düşünüyorum ki bu kadın bir de üstüne üstlük kesin yasemin filan kokuyor. ölümsüzlük ve ketçap üzerine kitaplar okuyor. sanat ve sepetten bahsedip yıllanmış grigio'lar içince yastığa başını koyduğu an dünyanın en eklektik kişisi olarak uyuyor (filan). ha tabi oryantalizm de karıştırmak lazım işin içine. place de la concorde'da kırmızı beyaz poşulu bir hatun. filistin bağımsızlık mücadelesi savunucusu sanacak insanlar biraz daha 68'lilere özenme tribine girerlerse.

ayrıca kırmızı beyaz bile yanlış.

sevgiler

24/7/08, perşembe.

edit: klişelerin gücü adına?

özel hastane tabelalarında yanlış ingilizce sözcükleri görmemeniz dileğiyle...

istekle alakadar

düşünüldüğünde odadaki kahverengi koltuğa gömülüp elinizde tutamadığınız kurşun kaleminizle sadece başlamak, en başından, yaşanılan ve yaşatılan her şeyi en ince ayrıntısına kadar -ince, incelik çok yer tutacak gibi, yazmak, yazmak, düşünmeden, fazla kıpırdamadan yerinizden ve bacaklarınız uyuşana dek, çünkü bütün pembe ve siyah hatıralar çok kuvvetli, belki üzerinize giydiğiniz bu duruş size artık büyük geldiğinden, belki artık hareket edebilecek bir alan kaldığından kalbinize, ama gene de her dakikayı hatırlayabilecek, her sözü on binlerce saman kağıda yazabilecek kadar uyanıkken, yazmak, sizi ağlatana, güldürene ve tekrar ağlatana kadar, içerde açık bıraktığınız su küvetten taşıp ayaklarınıza kadar gelene ve tüm ev vanilya kokusuyla dolana dek, tüm ihanetler ve hayal parçacıkları, içtiğiniz her yudum ve yediğiniz her lokma, ciğerlerinizdeki nefes kırıntıları ve trombosit azlığı kanınızda, her şey, tüm parçalar, bütün mavi çamlar ve kargalar yerine oturana ve size gülümsemeye başlayana dek yazmak.

bundan sonraki bölüm. eğlence.

yanyana ayakta durmanın getirdiği gıranckaltaklıkları

bu hatunların nesi var yahu. bakın efendim, çok da düzgün olmayan, saçındaki düğümleri açmakla uğraşan bir kadın kısmı mensubu olarak diyorum ki bence bizim hatalarımız pek çok. tüm bu gökkuşağı kıvamında dedikoduları, yenilen kızarmış sebzeleri (?) ve yanında kötü niyet sosunu saymazsak, yani hamurda bir kıvamsızlık var gibi geliyor bana. şimdi efendim bu cep telefonu icadından sonra bir kez amacından tamamen saptırılmaya başlandı. yani benimkinin kılıfını karl tasarladı, yok ben neşeli bir melankoliğim, karlı yollarda yürürken arkamdan iz filan da bırakmam ayrıca' çığlıklarının yanında, bu aleti arkada duran beyefendinin ellerine uzatmak da ne oluyor canım. bakın vallahi ben çirkin bir insan değilimdir, ama bu savoy cüretini kıskanıyorum yahu. hepimiz masalara çıkalım, oynayalım, birbirimizin dalgalı saçlarına iltifat edelim bence. hatta para mevhumunu tamamen yok sayarak kuğulu park'ta ağlayan hemcinslerimize pamuk şeker verelim, ordan biri kes' desin, sil baştan yapalım her şeyi, mesela içtenlikle gülümsemeyi unuttuğumuz gelsin aklımıza ve o sırada pamuk şeker suni göle düşsün, kuğular hastalansın filan. ama bu arada ruhta bir iç pazar oluşmasın demeye getiriyorum gözlerinden öpmek istediğim tüm iki bin flapper'ları.

nedir yani herkeste bir andırgıraund masumiyeti, bir şuh ama iyiniyet kahkahaları serisi, ikisi bir arada tutkusu, efendim işte kanaatimce herkes kendine göre haklı' lafının ortadan ikiye bölünüp insanları bir doğu-batı kutuplaşmasına götürmesi lazım, saç-baş yakınlaşmasına değil. filan (?). ya da bir şişeye dolduralım, üzerine şeftali portakal mortakal parçaları atalım, beş ay bekletelim. demokrasi-seçenekler-sıkıntı dö la paris.

laylaylom herkes bisikletlerine çevre bilinci imalı yapıştırmalar yapıştırsın, saçlarını uzatsın. sıkıntısız pazarlar güzel beyler, bayanlar.

kalem kağıt?

aslında hayatımı en küçük karesine kadar yazıya adama fikri çok eskilere dayanmıyor, ne bileyim işte, maneviyatı bu derece kabına sığmayan bir düşüncenin temeli en fazla soğuk bir akşamüstü evinizin küçük salonunda kütüphaneye karşı otururken ve dışardaki kiraz ağacının dalları cama çarparken atılabilir cortexinize, ki bunun örneklerini çoğaltmak mümkündür bittabi, mesela dar, temiz bir sokakta kırmızı bir pardösüyle yürürken ve elinizde tuttuğunuz sabunlar tek tek yere düşerken gelebilir aklınıza, mor, ağır perdeli bir çalışma odasının sıcak olması gerekirken tam tersine buz gibi kaloriferlerinin üstünde kendinizi ısıtmaya çalışırken, aşık olmuşken ve bunu kendinize anlatamayacak kadar maviye boyanmışsa kalbiniz, yerden sararmış sarmaşık yaprakları topluyorsanız saatlerce, ve aklınıza bir bardak limonata içmek geldiğinde bir yaz akşamüstü babaannenizin yediverenler açmış verandasına vuran ışığı hatırlıyorsanız, sabahın körü kalktığınızda midenizden gelen sesler sinirlerinizi bozmuyorsa ve bastırmak adına köpeğinizin yumuşak tüylü karnına gömüyorsanız başınızı, balkondaki vapur dumanları ve saksıların yanında duran kırmızı minderli koltuk size parlak ışıkları hatırlatıyorsa ve hayatınızın en manalı diliminin bile absürdlük denizinde bir inci tanesi olduğunun bilincindeyseniz;

ışıksızlığa çığlık atma ve bir fincan sütlü kahve zamanıdır.

28/1/08, pazartesi.

kaygısal estetik

serbestisi bol pırasa ekonomisinin içine kaynadığımın bir göstergesi olarak geçenlerde bi terfi söz konusu oldu. yani, bana bu sözcük daha çok ikiden üçe geçmek, üçten sona geçmek, bebelerin medeniyet tarihi essaylerini yazarak para kazanmak ve kütüphanede üçüncü dünya hakkında saçma sapan kitaplar okurken çubuk kraker yiyememek kadar manasız geliyor tabi.

(geçen salı hasta oldum. midemde dayanılmaz bir ağrı, karın boşluğuma doğru yayılan. bir de,) istanbul hatırası olmasaydı evde tarçınlı çay içip puslu havada ankara'nın karlı çatılarını izlemek işkenceye dönüşecekti. ışıklı bir şehir orası. ananasları ve uyduruk desenlerde eşarpları anımsatıyor bana. bir de bahar kokusunu ve kimsenin güzelliklerine bir mana veremediği badem ağaçlarını. ışıklı şehirde, ışıklı bir otel odası, sabun kokan yorganların altında uyumak, koyu yeşil ayakkabıların üstünde dizlerden başlayan ve aşağı doğru inen yorgunluğu bastırmak için dengeyi bir bacaktan diğerine geçirirken şampanya içmek ve cazın mideden gelen seslerle uyumunu yakalamak. aşkhastalık geçtikten sonra, sokaklara ve insanların hikayelerini dinlemeye bir süre alışamadım. pek kendini beğenmiş bir insanımdır da kış güneşinde gözlük takamıyorum henüz. bu gibi insanlar deri ceketlerinin üstüne gelişigüzel sardıkları delik deşik şallarıyla dikkat çeker. ellerinde de plastik bardak tutarlar. geceleri gümüş duvar kağıdıyla kaplı odalarda dans ederler. teşekkürler mısır apartmanı.

20/1/08, pazar.

hophophobbes'a yazılmış en legoya benzeyen mektup


kötü insanların kötü düşünceleri kötü arkadaşları ve kötü giysileri mi olur büyük ejderha? samimi söylüyorum ben bir çok kötü insan tanıyorum, hepsinin de deri cüzdanları, sarıya çalan kızıl saçları ve muhteşem kolyeleri filan var. bu insanların yaptığı kötülüğe de sadece ben kötülük diyorum sanırım şöyle bir düşünülünce. mesela dudak şekilleri. üzerine peynir rendelenmiş domates çorbası içerken veya büyükçe bir yeşil elma ısırırken o dudakların aldığı hal. elmayı ayrancı pazarında satmaya mı çalışıyor yoksa sadece karnını mı doyurmaya çalışıyor belli değil. (vs.)


bunların yürüyüşleri de bir acayip. sol ayak kaval kemiğinden başlayarak içe doğru eğriler çizerek yürünüyor. nereye gideceğini tam olarak bilemiyor ama kendinden emin görünmek zorunda hissediyor. (bu emir ghesquière tarafından sekizinci bölümden iletiliyor.)


neticede bir davranış bozukluğundan öte çok renkli bir karakter bozukluğu seçiliyor. yani aslında benim gibi kendimi prenses sanıp, ben sabah poğaça yemem yağı midemi bozuyor, zaten ben o bezelyeyi de anlayabilirim sekiz kat (ki manası yok) çarşafın altına soksanız bile, orda tam belimin altında bir yerlerde olduğunu' gibisinden hezeyanlara sahip bir bünyeye sahip olan birinin bu gibi koca bir elma şekeri büyüklüğünde laflar etmesi de yanlış.


ama bu kapıdan içeri girince patlayan flaşlara benziyor.


yağmurlu günler... sevgiler...

dış hatlar


alkollü hareketlenmeler, alkolsüz çarşaf ve pikeler, su içmeler, içememeler, güvenmeler, güven kaybetmeler, estetiksiz ve sıkıcı olan tüm dünya malzemeleri ve ruh dalgalanmaları hakkında yazdığım binlerce yazının tek manasının sonradan kavga malzemesi olacak manasız bisiklet tekerleri ve kedi gözleri olduğunu fark ettim. açıkcası tüm etniksentetik arkadaşlarıma sesleniyorum, bu hiç de hoşuma gitmedi. yani ben çiçekli elbiseli kızların yanında gezen kısa saçlı adamları, tartışmaları ve güzel kadehleri, havayı kokladığımda aldığım dünyanın o huzursuz sakinleşmelerini, kalabalığı ve sosisli pizzanın yanında içilen şarabın neden sohbeti boris vian'laştırdığını, aşkı ve aldatmayı, tüm bu manasız ruh bütünümü boşu boşuna, yanımda bitiveren kırmızı bir muhabbet için mi kurmuşum kafamda.yani benim çakma bir frankofon olmamın tek sebebi zavallı prenses triplerim mi (eheh). hiç bu kadar özeleştirel yaklaşmamıştım nüfus cüzdanıma. beni küstahlıktan arındırdığın için teşekkür ederim. felaket mutluyum. muzlu süt kıvamında bir öpücük.

hani peri gelecekti yahu diş miş derken' fabrikasından esintiler


tekrar ve tekrar, yine yeni yeniden vs., sararmış morartılar tadında bir merhaba. efendim bu, ben mükemmelin doruk noktasında kendimden geçiyorum çakma ikinci ellerim ve ti-vi-gi çantalarımla, sanrılarımdan birkaç hafta kadar uzak kalmamın bir tür sufileşmeye götüreceğini düşünmüştüm bedenimi ve mavi kalbimi (ekim cem muyan, öperim total devrim yanaklarından). fakat, yine beceremedim sosisli sandviçi sadece sosisle yemeyi seven arkadaşlarım.


efendim bu yeni eksvayzet jenerasyonunu çok tutuyorum ben kendimce. silik çantalar dirseklerde, samimiyetsiz tebessümler dudaklarda (rujları es geçmiyoruz, antipatik andersson markaları es geçmiyoruz), efendim tam hizmet gerekiyor, daiquiri'nin çingene pembesi tutmamış, sil baştan, w'sundan anlamıyorum ama fabrikaya gidiyorum serzenişleri, hormonlar depar atıyor, bir faul iki faul üçüncüde evindesin, yok sana pinot minot (o ne ola ki lily? donaldson?), ve benzeri tüm bilinçsizlikler akışı silsileleri. seviyorum, vallahi billahi şaka yapmıyorum, ben samimi bir insanımdır, mesela evet lahmacun mükemmel bir yemektir, nüyork sokak isimlerinden gidelim sanımız olsun süslü düşünceleriyle dekore edilmiş alakartlarda servis edilmese bile. tabii ki, filan.


şimdi okullu olduk, tempura barları doldurduk, herkes bize ve c+'larımıza baksın, kırk beş lirayı çarçur ettik, az para mı, toka alırdık mesela.sevgiler.. beş çayları.. anneanne kurabiyeleri..

bu da çıplak bir parodi baylar, bayanlar


tc tantrum cevherleri'nde dönme dolap misali daireler çizen bir takım hareketler ve düşünceler, ve bu pekçokyüzlü düşüncelerin sahibi bir takım hanımlar, beyler pek revaçta sevgili güzel ve mağrur arkadaşlarım. efendim bu son moda diye tabir edilen tek pırlantası kalmış canavarın kanımca çok dikkatli kullanılması gerekiyor. dediğim gibi bu gece ışıklı canavar sözü geçen bu, neymiş spaghettistrapmiş, tek düğme ceketmiş, hanımlarda ve beylerde, -eskiye referans geliyor, bir yapıştırma-yakıştırma salıncağıyla karşılaşıyor. sosisli sandviçi sadece sosisle yiyen arkadaşlarım, benim düşüncem burda bir vücut ölçüleri dengesizliği olduğu. a-dört kağıda basılmış fotoğraflarda çakma sigara-kitap-ne olduğu belirsiz kahverengi sıvı kombinasyonlu erkeklerin, güne kahveyle başladım' edalı kadınların üzerlerinde asılı duruyormuşçasına salınan tüm kızılderilileri seviyorum' uzun elbiseleri, coco teyzem olur' ceketleri, gri soket çoraplı bir kadınla sevişirken bağladım' kravatları, söz konusu cinciniatto-karameliato-nonfat süt olsun lütfen' kişilerin, sekseniki-elliyedi-seksenaltıyım, giyerim canım bunu ben audrey marnay misali' manyaklamalarına vesile oluyor laymaromalılaytkola arkadaşlarım.


tüm ciyak çocuklaşmalarımı ve şanslı küstahlığımı yadsıyarak, ben -bile demiyorum tevazudan (?), saks'tan küçüksiyahelbise giymiyorum yahu (?). patates kızartması ve viktor horsting aşkına, bana bir şeyler oluyor paris metrosu.


bir de bu hatun ve erkek kalabalığı üstüne üstlük ozon seyretmeyi sever, efendim kapkara (?) film koleksiyonları vardır, neymiş petrol yeşili elbiselerinin içinde ellerindeki kadehlerle kendilerini pek bir (23:23) ince, pek bir charlotte gainsbourg hissederlermiş, görülen tüm renklerin ve duyulan her amber kokusunun sonsuzlukla bir bağlantısı varmış (?) vs., bu gibi loş ışıklı gecelerin ardından sabah beyaz çarşaflar üzerinde uyanıp doğrulunca hissedilen çizkeykin laytı olmuyor sui!' sanrıları bilinç(öplük)altına atılırmış en fazla, sonradan kutudan-fırlayan-palyaço kıvamında strayksbekleyeceği yadsınarak.


pijamaları giyip bir bardak süt içmek bile statüleşti yahu. yasemin kokulu günler efendim, öperim.

yine darling gray vakası

mesela tüm bayram harçlıklı ve anneanne çorbasıyla restore edilmiş too young to hold on insanları, sizce bir demet açelya her daim pembe kalabilir mi. mesela her güneş açtığında sulanırsa ve her güneş batışında yanında oturan hırkalı kız çay içip portakal kabuklu kurabiye yerse. bir demet açelyanın hiç solmaması, iki gram başını bile bükmemesi mümkün müdür? bu açelya hep pespembe, yaprakları hep sulu ve yumuşak olarak mı kalacaktır, yoksa pembe taç yaprakları her doğan güneş ve gökkuşağından sonra biraz daha morlaşıp geldiği yere geri dönüş hazırlığı mı yapacaktır.

yani kanaatimce sevgili art niyetsizler, bu açelyanın her daim pembe kalabilecek olma olasılığı imkansızdan çok sıkıcıdır da. bir açelyayı her trafiksiz sabah sulamanın, ona iyi bakmanın ve ona gülümsemenin nedeni bir gün boynunu bükeceğinden duyulan müthiş sahiplenme duygusu, bir de konserve değil, taze limon dilimleriyle yapılmış limonlu tart hassasiyetindeki korkudur. yani bence freşmedovsda on beş katlı tuğla bir apartman dairesinden kendini aşağı bıraktırabilecek enginlikte bir korkudur bu, açelyanın bir gün solacağı endişesi. bu endişe e sol da rahatlıyayim bari' dedirtmemeli, tersine yanında daha fazla şekerli çay içirtmelidir. açelyalar pembe midir. misk kokusunun manası nedir.

sevgiler. kuşburnu reçelleri...

makro d+

bu sabahki günaydınlarım saddam beyfendinin sevgili oğulları uday ve kusay'a, ve bunların sokaklarda çiğ etle besledikleri vahşet manyaklaması yaşayan kaplanlarına geliyor.tanrım kaplan demişken! efendim yine bu mide ve sırtla ilgili olan gecelerden birinde, işte kokteyl şemsiyeleri, BARIŞÇIL ŞİDDET YANLILIĞI, saçmasapanlık silsileleri, gül kokuları, reaksiyonları gördükçe kahkahalar atılan tüm saatler ve dakikalar, tüm kırkbeşlikler-bahar şenlikleri-reenkarnasyon komboları, tüm dövüşmeler, çığlıklar, post-itler, tarihler, saatler, -bitemeyen cümleler hipertansiyon belirtisi midir, bilinçler ve akışlar, bir küçük kaplanla ilgiliydi.

bir de yanlışlıkla fark ettiğim bir ayrıntı daha var ki, işte hayat ne tuhaf vapurlar filan, memyselfandi durumlarında, bu cümleleri gardropları heeeeeeeeeelskiçın pabuçlarla dolu insanlar hakkındaki hezeyanlar gibi pretaekrive bitiremiyorum.

asansör boşluklarında yaşayan tüm ince bacaklı tahtakurularıyla sizi seviyorum, beyler, bayanlar.

yazdan kalma bir gün değil

günaydın, ankara'da bonibonlu dondurma, istanbul'da limonlu tart olup, uçağa binince kokteylleşen tüm sevdiğim insanlar. şimdi tüm yaşantım boyunca bir dönemeçler ve virajlar problemi yaşadığıma karar kıldım. kahverengi çantamın fermuaru yırtıldığında, lacivert elbisenin tek düğmesi koptuğunda veya herhangi bir mermer üzerinde yürürken kendimi hiç mi hiç önemli hissetmediğimde sahip olduğum istikrarla bir bağlantısı yoktu bu viraj ve dönemeçlerin. algının renkleri, mavi sıvıların tatları, baş dönmeleri ve söylenen tüm abuk laflar eşliğinde edilen aptal danslar karar mekanizmamı sallıyordu inhibitörler, demir hapları, saçma sapan limonatalarla doz aşımları misali. -şu an itibariyle nilüferimi öldürmem gerektiği kanısına vardım, beni hayatta iyileştirip, yapraklara bakıp belli başlı bazı ruhani durumlara girişmemi engelleyenler yok yanımda, nerdesiniz yahu allahaşkına, bütün sokaklarda canavarlar bekliyor, neden çünkü çığlıklar atıldığında, kolumdan çekmesin peki o kadar da saçları rüzgarda savrulan kadın' kostümlerini giymeyelim, fakat bir el yok anlıyor musunuz, yani herhangi bir el.

son virajdan sonra, efendim deniz göründü, güneş batıyordu ve masalarda zeytinyağlı barbunyalar filan vardı.

sevgiler