Cuma, Aralık 31, 2010

zamanla akamayan,


ben bir hikaye düşünmüştüm kendime, sanki sabah uyandığında içinde sıkışıp kalmış bütün sorular, yabancı evlerin önünde beklediğin dakikalar, haftalar sonra banyoda tekrar gözüne çarpan yabancı diş fırçaları, çok bakire kadınlarla çok küçük beyinlerine mide bulandırıcı bir penis zihniyetiyle dikkat etmeksizin geçirilen gecelerden artakalan şişeler, -saf saf arkadaşlarla hipokondriyak dinlerken içildiğine inanılan, inanılmak istenen şişeler, acaba neyi hatırlamıyorum diye bacaklarını birbirine sürterek geçirdiğin bütün zamanlar uçup gidecek aklımdan, arka odalarımdan; ve geriye deniz kıyılarım, pembelerle yenecek karideslerim, ve başkalarının değil, benim, benim müziklerim, benim makyaj çıkarıcılarım, benim güzel uzun saçlarım, yazılarım, benim okulum, söğüt ağaçlarım, benim son paramla aldığım kahveler kalacak; ki akabilsin hayatım, atabileyim dışarı adımımı, çıksın içimdeki titreyen aptal canavar; ben kalayım, ben olmaktan yorulmuşken,



işin en ağlamaklı kısmıysa hiç ben'e yer olmaması aslında, koskoca, mavi dantelli hayatımda.

Cuma, Aralık 17, 2010

zamanla akamayan -

belki en çok acıtan ve gerçekten ortada olan, aylarca ensenden tutulup gözlerini ayıramayacağın bir şekilde karşında duran bu iki kişiye bakmaya zorlanmış olman da değil de, senin plansızlığını ve salt bu arkası bomboş olan ıslaklığını küstahça ezmiş olması ayaklarının altında ve yüzündeki o ifadeyle, seni görmemiş olması ve gülebilmesi, soğuk merdivenlerde otururken kapının arkasından duyduğun kahkahalarla; dolaplardaki kadın eşyalarıyla, ve anlatabilmesiyle, yüzüne baka baka, onu sana anlatabilmesiyle, onun peşinden sokaklara dökülmesiyle, sırf sen gör diye ikisinin sıcaklığının artışını, seni çağırmasıyla, bedenine hiç de uymayan o kirli ve azgın boğanın en ummadık yerde ortaya çıkabileceğini, yıkabileceğini, ve en çok da kendine vereceğini hasarı, bilerek, isteyerek, acı çektirmek isteyerek yapmış olması.

ve sonra, hiç de intikam almak için, gör diye, neye benzediğini anla diye yapmamış olduğunu, yastığa sarılmış yatarken, öyle bir anda, rahatça söyleyivermesi, ve sevişmenin ne kadar da güzel olduğunu.

zamanla akamayan


yaraya basacak ne tentürdiyot kalmıştı ne de oksijenli su. havada uçuşan, rüyalara tecavüz edip, ilaçlanmana neden olan sözler canını yakıyordu ama pek de bir manası kalmamıştı artık aynı raylardan yüzyıllardır geçen trenlere benzediği için halin. sözlere sözle cevap veriliyordu ve kimse utanmıyordu hangi filme, karşı tarafta bir kız kıvranırken yatağında, hangi restorandan çıkıp nasıl gittiğini söylemekten.

Salı, Aralık 07, 2010

neden yaptın


dikiş attık karşılıklı, çift taraflı dikişler oldu bunlar, pembe yanakların, aslında hiç de özel olmadığını sonradan anladığın renkli boncuklu lokantaların, çıplak yatılan yatakların, çamaşırların öylesine fırlatılmış olduğu komodinlerin üzerine atıldı dikişler; acıttı, bir sürü kuşlar uçtu, sivri gagalı martılar ve kaldırımda bulduğu armutları dişleyen kuzgunlar; başının üstünden ve bileklerinin kenarlarından uçtular ama dalgalar durulmadı, herkes birbirinin kuması oldu; tek taraf bunu fark etmedi, ama belki de o kadar akılsız değildi, ve yalnızca işine gelmedi; af dilemek o kadar da zor değildi, çünkü duyulması gereken utanç sığmıyordu tekmelenmiş dizlerin yarasına, kadın kokularına, kadın kısmına belki ve bozukluğuna; ve yürürken organlarında hissettiğin acıyı, anlatmaktan feci bir tedirginlik duyduğun o bulantıyı, her eşyanın hatırlattığı yükü, küstahlığı ve aldatmayı geçirmiyordu; masmavi bulutların arasından bir gün yürüyeceğin boylamasına upuzun parkları, cam şişelerden içeceğin böğürtlen sularını, yakacağın sigaraları düşünmek, tren garlarını ve küçük marketlerden küçük paralara alınmış sofra şaraplarını aklına getirmek bile korkunçtu artık; düşünmek ne korkunçtu, bütün iplerin ucundan istemesen de birbirine bağlanması ve vücudunu sürükledikleri yerde yalnızca bir adam ve alelade bir kadının ve daha bir sürü kıymetsiz kadınların anısı olması, tüm güzelliklerini, küçük güzelliklerini, büyük düşlerini, loş ışıklarını, kitapların o çok sevdiğin ilk sayfalarını, onun o üzerine geçirdiğin kazaklarını, evinin antresindeki spot ışıklarını, yatak odasından elma bahçesine açılan büyük pencereyi, aklına tezer'i hayal edince bile geçemeyecek kadar kazınmış olan o görüntülerin olduğu bar köşelerini, gellerini, gitlerini, ruhunun dize gelmez sinirini, ve bunun her dakikasını lanetlemiş adamı, alıp götürüyor ellerinden; kire bulanmış süprüntüler olarak geri veriyor sana, yaşamının yani, senin, uyandığın her sabahın, oturduğun ve kalktığın her dakikanın sivri bir tahta parçasıyla oyulması, akan kanın hiç durmaması gibi, ince bir tül gerilmiş vücudunun üstünden yapılan bütün hakaretlere karşılık çaresizce ağladığın, ama basbayağı ağladığın, öylesine iç geçirdiğin değil, ve üstüne üstlük tüm bunların ona yalvardığın gerçeğiyle, sadece bu, bomboş eller, atılan suçlardan kapkara bir kalple sokağın ortasında öylece durduğun için; basbayağı sonlandırılması gibi bir hal alıyor, tedirginliğin camlara vuruyor, kontrol edilemez bir hale geliyor, güçleniyorsun, krııyorsun; kırıklığından, sonra susuyorsun, elden bir şey gelmiyor,


tüm insanların yanından bu yüzden uzaklaştığını, bu yüzden kimsenin, kimsenin olmadığını, bu yüzden kimsenin kalpten sevmeyeceğini bir anda, arkasında duran o küçücük yosmayla söyleyivermesi, seni tamamen değersiz, manasız, rezil bir parçası yapması hayatının, basit bir ayrıntı olarak kalıyor, ne kadın geçiyor, ne adam, ne dikişin çift taraflı olmasıyla gelen o suskunluk, ne suskunluktan içine kıstırdığın şiddetin.


en çok şiddet kalıyor, ve şiddetle asla bitmeyecek hükümlülüğün.