Çarşamba, Ekim 28, 2009

avusturya'ya, davalara güzelleme


günler yavaş, yalanlar büyük, ve güven olmadık çınar ağaçlarının arkasına saklanmış rüyalar görülüyor. siyah beyaz kırçıllı köpekler balkon korkuluklarından aşağı, eflatun güllerin açtığı bahçeye atlıyor, karnının üstüne; kalkıyor sonra, kız çığlık çığlığa aşağı iniyor, rüzgar hep esiyor, yine esiyor, hacimli gri bulutları doğuya taşıyor, dağlara, sırtında benek benek kırmızı izler çıkmış halde koşuyor köpek diğer tarafa doğru, işiyor, dili dışarda, kız ağlamaklı ve yüksek tansiyonlu, beton zemine oturup bileğini kaşıyor, düşünceleri kafasında sürekli taşınan uzun etekli karısıyla pek de gurur duymayan bir adamın kurmaya çalıştığı aileye benziyor, sağını ve solunu birbirine karıştırıyor, ellerini sırtında birleştiriyor, yerlerini değiştirmek istiyor, bütün kitap sayfalarını koparmak, havaya doğru saçmak, gazete küpürlerini eskimiş televizyon tüpünün içine sokuşturmak, taşranın pamuklarını toplamak bir bir!, kazak yapmak onlardan kendine, yeşil çizgili, değerini arttırmak böylece kokuşmuş modern nefesli alışverişlerin ve savundukları kirli yer bezi kıvamındaki emeğin; hayıflanıyor, gerçekliği ne zaman kaybettik, düşünür olduk yara bantlarının yapışkanlığını ve işkillenmeye başladık her yakınlaşmadan, dokunuştan ve hayatlara tecavüz eden sorulardan; sonra susuyor, ne de olsa değişmiyor sabah boş kaldırımların kokusu, akasyalar, ayva ağaçları etkilemiyor enjekte tavuk yağlarını, sarhoş eden jölemsi bataklıkları, yokuş yukarı, yukarı, yukarı sürülen dalaşmaları, üçüncü kişileri, aşktan öte manasız rekabetleri; sayıyor içinden; bir, tüm çirkinlikleri için, iki, ucuz uçak tarifelerinde yer bırakmayan militanlar, peşmergeler, silahlı kadınlar; davalarından zorla vazgeçtirildi çünkü onlar!, yoksa isveç buzdolapları, domuz pastırmaları daha mı lezzetli geldi yavrum, ha?, ve üç, aslında kolay da değildi kahverengi spor ayakkabılarla dünyayı kurtarmak, ve yine susuyor.


kızın duvarları incecik, yüreği sağlam ve kırmızı, ki engelliyor sayılmaz bu bütün yakınmaları, gitmekten ve kalmaktan korkmaları, çaydan, haşlanmış patatesten alınan doyumu ve rahatsızlığı, İrlanda hakkındaki düşünceleri, grevleri ve dağları, özgür olmayı ya da sadece özgür olmaya haykırışları, biliyor, anlıyor da, gözleri doluyor, ne kadar ekmek o kadar köfte yaşamlardan, sapsarı genelleme güzelliklerden, düşünceden!, düşüncenin yaptırabileceklerinden.


serçe parmağından ilk kan aktığında ve fazla irileşmiş bir çileğe benzediğinde şekli, o zaman hapishanelerden çıkacaklar, bütün tekerlekler hurda kamyonlara tekrar monte edilecek, ve yerler pasından ve anısından temizlenmeden Herat halılarıyla kaplanacak, boydan boya, hayatın ve kanın yerine rozetleri, gülleri geçirerek, hafızayı unutturarak, ve satarak bütün koparılmış parmakları gazetelere amblem niyetine.

Çarşamba, Ekim 14, 2009

mişlen yıldızları, jager saçmaları


bugün on dört ekim, oya ebediyen susmaya karar verdi, hava karanlıkken aldı bu kararı, gözleri uzağı göremezken ve saçlarını yeni yıkamışken, bornozunun üzerine aldığı battaniyeye sarınmış, pencere açık, sigarasını içerken midesini bulandıran. karar verdi, sözleri unutmaya ve kazaklarını laciverte boyamaya, bir de hayatında fazlalık yapan bütün eşyaları çürümüş su kokan küçük depoya kaldırmaya, bütün kadın bedenlerini, lanet ettiği, beynini döndüren, hafızasını kaybettiren bütün kadehleri kaldırmaya, kemiklerini acıtan morartıları, bacaklarını hareket ettirdiğinde ağrıyan upuzun siyatiği ve sylvia'nın portakallarını bütün zeminlerde kokusunu aldığı, kaldırmaya, ve unutmaya karar verdi oya; oya'nın her hareketi yersiz, küçük sincapların sivri tırnaklarından fırlayan dikenli at kestaneleri kadar korku saçabiliyor kaldırımlara, 'girilmez oteli'nin binasını çepeçevre saran asansörün kaygan zemininden gül kurusu ayakkabılarıyla sallanarak çıktığı ve beyaz örtülü ahşap masanın pencere kenarından istanbul'un katedrallerine bakmayan tarafında oturan uzun perçemli kadının yanına oturup kuş üzümlü şehriye pilavı istediği günün ardından gördüğü rüya kadar sakinlik veriyor en fazla ve huzur; sakallı bir adamın ucu sivriltilmiş demir şişleri kirli samanların üzerine fırlattığı adamların ve kadınların cinsel organlarına binlerce kez sokup çıkardığı, öldürmediği ve kanlar içinde yerde yattıklarını izlediği bir rüya, istanbul'daki paslanmış katedrallerden daha mantıksız değil tabi, ve oya içindeki beyaz tüllü psikozunu evlendirmeye hiç de niyetli değil kendine pek de güvenen ve rahatı çok ısınmış kalorifer kapaklarına benzeyen normallikle; sular damlamaya devam ediyor kenarları tuz ruhundan sararmış küvetten lacivert taşlı zemine doğru, ve lisa e her zamanki sesiyle bütün bezlerinden isveç sütleri damlayarak şarkı söylemeye devam ediyor, huzursuzluğu besleyerek ve daha da güçlendirirken şeftali sarısı saçlarıyla baltaların peşinden koşan ve kösnüsü katillere özenen kadınları.

Salı, Ekim 13, 2009

son


oya,


rahatlamak için içimden eski zamanlara ait melodiler mırıldanıyorum. dudaklarımı oynatmıyorum, gözlerimi evin beyaz taşlı balkonundan görünen karşı kaldırımda yaprakları sallanan akasyaya dikiyorum. bir sürü, bir sürü sözcük geliyor aklıma, bir sürü güzel hayal, korkuyorum, unutuyorum. geçmiyor.


garda görüşmek üzere,

Pazartesi, Ekim 05, 2009

içim


yapamıyorum oya. ayakta kalmayı, elbiselerimden her daim heyecan, tutku akmasını, yeşil akasyalarda çürümüş yaprakları görmemeyi, sözlerimi, yeminlerimi, beceremiyorum; sen sardunyalarını sularken demir parmaklıklı balkonundan, ben aşağıda, kaldırımın üstünde ayakta duruyorum, sular damlıyor yüzüme, kırmızı pabuçlarıma, açım, başım dönüyor, dünyadaki bütün suçları işlemiş kadar sabıkalıyım, elektrikli sandalyeyle ölümün uzun vadeye yayılmış biçimiymişçesine eriyorum her geçen gün, ama öne doğru adımlar da atmıyorum; hep geriye, geriye doğru, yüzüme bakılınca sabah sabah içilen tek şekerli çay kıvamında bir huzur yayılsın istiyorum, ama olmuyor, huzurdan çok uzağım, sevgiyi hissetmekten ve sıcak davranmaktan yakınlarıma, bir kuş uçsa işkilleniyorum, geri vitese takmış öylesine akıp giden arabalar heyecanlandırıyor beni, kızgınım, kızgınlıkla yürümüyor oysaki içinde tuzlu krakerlerin yendiği trenlerle gidilen nükleer santralli şehirler, ve sabah siniriyle yumuşamıyor queens kaldırımlarında duyulan kızın topuk sesleri, yine aynı dönüşler oysaki, aynı dönüşler ve sonra düşüşler, gece veya gündüz, sarhoşken, yanlışken yaşadığın bütün dakikalar, sokakları arşınlayamıyorken artık yorulmuş kaslarından, kapalı gözlerinden ve üstüne devrilecekmiş gibi duran silindir otellerden, aynı; plastik kahve bardakları ve aşkın yavaşlığı, biçimsiz yüzüklerle, çıplak göğüslerle dolu dünyanın hızına ayak uyduramaması, bu hız, çünkü, senin içinden geliyor, motor nöronlarından, kırmızı kaslarından, aynı noktaya odaklanmış duran bakışlarından, buna değil bu köhne şehir, en ihtişamlı kristal avizeler sarkan uyduruk salonlar bile yetişemez, sahtelikten gerçeklik çıkarmaya çalışmakla olmuyor, bu uğraş en neticede sana gerçek görünüyor salt, başkaları hep kırmızı halılarla, yüce nesnelerle, güzel çantalarla uğraşmanın, insanlardan nefret etmenin, kendini yerden yere vurmanın kahpe bir küstahlık olduğunu düşünüyor, hem de küçük, dudaklarındaki pembeliğin bir manası yok çünkü kimsenin görmediği parçalar gerçekleşemez, gerçekleşmezse bir mana ifade etmez; boşluğa bakanları da görüyoruz, boşluğu arayanları, çekik gözleri, bilmiş tavırlarıyla, her şeyi bitirmiş olmak ihtiyacı duyanlar, öyle sananlar, dar sokaklardan ve tehlikeli adamlardan bahsedince, kırk gün kırk gece gezince dünyayı, aç kalmaktan bir erdem çıkarmaya başladığını hissedince -bunun müthiş bir zırvalık olduğunun ayırdına varamadan, ve günün sonunda şişelerin arasından uzatınca ağırlaşmış kafasını; o ünlü duvarla karşılaştıklarını, sanırlar. yanılırlar, ama müzik, ışık ve kadınlar devam eder, kıvırcık saçlar hep zeytinyağı kokar, böyle 'bitirilmiş dünyalarda hep daha çok istenir bedenler, ama bahsedilmez de tabi bundan, sıkılınmaz da hiç, sıkılanlar da çok engebeli yollarda bulurlar kendilerini, kimsenin bisikleti yoktur ve güneş hiç doğmuyordur.


yani, oya, senin kafasızlıkların, maneviyattan uzak kaygıların, çırpı bacaklarınla tavladığın adamlar, bunlar, banyodan çıkınca bir bardak votkanın içine sıktığın birkaç damla limon suyunun seni hala huzursuz ediyor olması, ki bu senin fallop tüplerinde biriken yüksek tansiyonundan ileri geliyor!, ve ben, kavrulup simsiyah olmuş parçalarıyla hala üstüne giden, seni saçlarından çeken ve acımadan içime sokan, birbirimizle iyi geçinmek zorundayız ki gözlerimize çarpmasın uçaklardan sağa sola çarparak inen hayaletler,