Çarşamba, Mart 25, 2009

sırıtmak!


üzerime ipek elbise giydim, üzerinde bahar çiçekleri, gözyaşı damlaları, tavşanlar olan; pek de iyi hissettirmiyordu, son günlerde üzerimden atamadığım yorgunlukla, uyku ve yorganların altına saklanma isteği veren çarpık zihniyetli sylvia öykünmeleri beş bir tarafımı, viktor var, oya var, daha bir sürü kalabalık var çevremde; sarmıştı zira, bir de üstüne üstlük artık uçak biletleri, bekleme salonları, huzursuzluk veren kanlı resimlere olan ilgimi kaybetmiştim, bilgi yarışmaları hoşuma gidiyordu, bir de mutsuz morrisey resimleri, bağırıp çağırmaktan ve kendimi tekrarlamaktan usandığımı başka başka insanlardan duymak pek de hoşuma gidiyordu, vejetaryenlikle ilgili şüphelerimi vejetaryen bir kadınla paylaştım, bu sırada güzel eski peynirler yiyorduk, güzel şaraplar içiyorduk, Ankara gerçekten varlığı ve yokluğu bir olan bir şehir değildir diyordum, çünkü hakikaten, Ankara'da muhteşem kaybolunur, bütün sokaklar birbirine benziyor, bütün kaldırımlar aynı şekilde yerlerinden çıkık ve bütün güvercinler aynı şekilde havalanıyor, güvenpark'ta kirli deri ceketleriyle bekleşen bütün uyuşturucu bağımlıları aynı şekilde adam öldürüyor, kadınlara taciz ediyor, soğuk hep rezalet ve baharlar hep sakin, teşekkürler ankara!, Kadisiyeli yalancılar, hamile kadınlar, bu insanlara minnet borçluyum, yürümekten bu yüzden hoşlanıyorum, baş dönmeleri bu yüzden yazmalarla ilgili, hiç de alakadar olmadığım hayatlar hakkında düşünmek isteği yaratıyor içimde bu şehir, aşklar, sözler ve sessizlikler, kendimden sıkılmadım henüz ki kendimi tekrarlamaktan da sıkılmıyorum, İstanbul'da kaç tane camii var, deniz tepelerden çok çok kirli görünüyor, Fatih muhtemelen kendini Karaj sanıyor, anneannem namaz kılarken Sinem'le yatak odasına girerdik, yüzümüzü okşayıp anlayamadığımız sözler mırıldanırdı, güzeldi o zamanlar din hakkında düşündüklerim, sonra Sinem ilaç kullanmaya başladı, ben dünyayı kurtardım zeytinyağlı pırasanın pirincini tamı tamına tutturarak ve baklanın ununu, parası yok diye kendini yakan insanlarla dolu bir ofiste çalışmak da cabası, üstüne üstlük northlar, jumbo karidesler, siyah beyaz fotoğrafların bolca masalara konu olduğu türden.


gelişmeler gayet iyi yönlerde, akışlar rüzgarlı ve pürüzsüz, sabah sabah partileme isteğiyle dolu insanlar beni çok mutlu ediyor, paraşütle atlama filan fikirleriyle dolduruyor, pembe sarı çizgili.


Pazartesi, Mart 23, 2009

klişe sıkıcıları - yine


bazı ankara sabahları o kadar çok kabarık kış yorganlarına benziyor ki inanamazsınız. kafanızı bu yorganların altına saklamak, pembe pijamalı bacaklarınızı göğsünüze çekip arada kalan boşluğa dirseklerinizi sıkıştırmak ve sabah altı'da panjur deliklerinden odaya sızan çiğ ışık eşliğinde bir uyanıp bir açarken gözlerinizi, tam da mart ayındayız mesela; havadaki tüm parçacıklar dengesiz, rüyanızda çok ucuza çok güzel ev yemekleri yiyen insanlar görüyorsunuz söğüt ağaçlarının ve mum kokularının olduğu bir yerlerde, gözlerinizi açıp bacaklarınızı yataktan kırmızı halılı parkelerin üstüne sarktıyorsunuz, saçlarınız yatağın sıcaklığıyla ısınmış, şampuan kokusu duvarlarında ağaç resimleri olan odaya yayılıyor, bahar tatilinize tam bir ay kaldı, yataktan kalkmak için tam bir dakika.


19:50


sanılanın aksine yorgan, battaniye, çiğ ışık saçmaları tabi ki yerine oturmadı. hiçbir zaman oturmaz! hiçbir zaman, hiçbir kaldırım taşı çatlamadan, kırılmadan, çamurlu su fışkırtmadan duramaz. kalpler hep kırılır ve sorumlusu her zaman hiçtir. kadınlar her zaman iğrençtir. erkekler de her zaman iğrençtir. coco ve karl da iğrençtir. paris rezalettir. yanlış kadınlar yanlış adamlara sarıldı diye kıskançlık hipertermileri yaşamak hiç de edebiyat birinci sınıf değildir. herkes mükemmeldir! moda: kimse sanattan anlamasın dost kalacaklar.


19:52


aslı erdoğan diye biri varmış. saçmalamıyor gibi.


19:52

dipnot: bizim ayvalık'ta zakkumlarımız vardı, beyaz ve pembe, yanlarından bisikletle geçerdim bikininin üstüne şort giyince garipsenmeyecek aylarda. zehirli de değillerdi hiç yahu.


dipnot: londra'da insomnia!


sevgi?




Çarşamba, Mart 18, 2009

gerçek canavarlar


zaman daralıyor. tüm kahvelerin kırmızı tabanlı topuklularla bacak bacak üstüne atılarak içildiği tek söğüt ağaçlı devirde aldatılan eşlerle dolu bir yerlerde, evleri makarna kokan ve gömlekleri kadın parfümü; ayrılmalar hala kurutulmuş baharatların paylaşılamamasına, veya uğur böceklerinin üstünde kaç tane siyah nokta vardır tartışmasına varacak kadar fazla basamak iniyor. BEN! BEN verandadaki yediverenleri alacağım, ve hediye alınan tüm zümrüt küpeleri, sen küçük misafir havlularını ve peynir bıçaklarını, seni tanımıyorum!, sevmiyorum!, seninle sevişmedim ve kavga etmedim, uzun beyaz masa örtülü yuvarlak masaların altından bacaklarına dokunmadım, sana hiç yararım dokunmadı benim kadın!, mallarımı vermek ve mallarımı geri almak dışında, sana bağırmak ve seninle idare etmek dışında, ZİNA SUÇ MU OLSUN?, barlarda buluşup dizdize beyaz şarap içen aşk-ı memnuların kamu düzenini hangi yöntemlerle bozdukları hakkında b blok kütüphanesinin tozlu sarı halılı, rafları elektrik çarpan koridorlarını arşınlamalı, bir kadın ve bir adamın randevulaşması hangi sapıkları tahrik ediyor ve günah çıkarmak uğruna düzenin ağzına sıçıyor dedirtiyor acaba, hani modern hayat çorbaları kısa film tadında olacaktı, bütün haklı ve özgür düşünceler eşliğinde içilen port'lar, sakız likörleri, planlanan korsika seyahatleri, paylaşılan bulaşık saatleri, bir anda, PERDU!, rüzgarın sizi taşıyacağı yerlere gitmek varken oysaki, yani bu da bir seçenekken, ve bir yerlerde hala beyaz kumlar uçuşuyorken plaj havlularının üstüne doğru; ayrılıklar hep daha kuvvetli, hangi mücevher kutusundan kaç gram kaparım zihniyeti hep aşağı çekiyor manhattan'ın güzelim gökdelenleriyle uğraşan bütün vinçleri, ve hotdog satan kendi halinde sarı kasketli adamların üzerine düşürüyor, bir amerikan sapığı güzellemesini getirerek akla.

Cuma, Mart 13, 2009

karton düşünceler


(giriş karmaşası. kafa karışıklığı, şık düğme'den alınmış bir yumak yün akışları: bugün temiz çamaşırlarımı tekrar yıkamaya karar verdim. bilirsiniz pazar günleri dışarı çıkmak kadar evde oturmak da sıkıcıdır. bulutlar, yıkanmış temiz saçlar, jil sander parfümler filan, yani tamı tamına bir bayat ekmeklerle yapılan yemek kitapları serisine benziyor viktor. ruh hali ve vücut ölçülerinin bu derece yakınen tanıdık olması ne çirkin. cuma akşamı hırkamın kolları tuz ve limondan yapış yapış olduğunda devlet malı çalmakla suçlanabilirdik; fazla dikkat çekmeden on tane midye dolmayla birlikte eve gelmeyi başarabildik ama.)


bütün kafalardan bir ses çıkıyor, herkes değişik yerlere gitmek istiyor, ankara'ya kar yağıyor, hızlı tren beş lira, deneme sürüşü tadında, çok çabuk kabuk değiştiriyorum, çığlıklar attığım boğazım parçalanmaya devam ediyor ben çoktan kafamı model kahvelerine yormaya başlamışken, bünye kabul etmiyor hiçbir kötü niyeti kendi yaptığından başka, gidip ayvalık'tan lacivert denizanası toplamak istiyor, plajdaki çocukları korkutmak adına, internetten brooklyn sakinlerinin listesine bakıyor, beklemekten yoruluyor, sanki koskocaman bir fon oluşturuyor, böyle pembe kartondan, diğer önemli olan tüm parçaların arkasına yayılmış bir arka plan resmi; en önemli olan arka plan mıdır şimdi yani, yoksa öndeki porselen tabaklar, telefon faturaları, temiz çoraplar, klaketler filan mıdır, ben bunun arasındaki farkı anlayacağım diye zarar veriyorum zavallıma, yıllarca üzerinde uyuduğum yatak bacaklarımı ağrıtıyor, eymir'i sivrisineklerden arındıracağız diye bütün saz florasının içine etme politikası soslu doğru oturup eğri düşünelim günleri yakında başlıyor, hava ısınıyor ya!, bütün mavi çiçekli yüzükler parmaklara büyük geliyor, Will Smith somon pembesinin çok yakıştığı çok hüzünlü bir adam diye düşünülüyor, şu an her şey çok hızlı, zaman hızla akıp geçiyor, dakikaların üzerini vücudumuzu temmuz'da hissettiren battaniyelerle kapatmak, saklamak istiyorum, yokuş yukarı sokaklardan yürümek istiyorum, çıplak dallar yanağımdan çeneme doğru çizikler bırakırken; her gün konuştuğum, hayallerini kurduğum ve yıktığım rengarenk eşarplı insanlar hakkında yazmak istiyorum, cuma geliyor, mutfağın sıcak lambası yanıyor, babam patlıcan közlüyor, bütün hikayeler erteleniyor.


kötü değil bu, kaçırılan trenler, yataklı vagon aynalarının kenarlarında yazan yüz yıkama ve traş olma talimatları, bir yere gittiği yok bunların, viktor uzun boyu ve ince kravatlarıyla kıvırta kıvırta yürürken beni kıskandırmaya çalışıyor, diş macunlarımı daha sık kullanmama, yasadışı örgütler hakkında daha çok kafa yormama neden oluyor, muhalefetin doğasının kiraz ağacı karmaşıklığı gibi safsatalardan bahseden söööööör harry kadar güzelliğine düşkün bir zevk-ü sefa çılgını!, veya sinir gazının sarı olmasıyla ilgili düşünceler, kırk ikinci sokak istasyonundaki boş kola şişelerine vuran hayaletler, daktilonun backspace kakafonisi!; tüm bunlar hakkında başımı döndürürken london eye'ın ne çakma bir şey olduğunu düşünüyorum ve tüm garip yiyeceklerin tadının tavuğa benzediğini, sonra da çok sıkıcı tekrarlarda bulunduğumu, dingdangdong, sevgilimle kahvaltı yapacağız birazdan, çok güzel kokuyor bütün odalar ve kaymak tadında bir şey oluyor, aynı beyazlıkta, pencerelerden sarkan.


(bitişlerden hoşlanmayan kadınlar için)

Cuma, Mart 06, 2009

iç ferahlığı hakkında


daha önce de yazmıştım, bütün gücümle saçmaladığım satırlar arasında bir kez daha kaybolduğunu görmek dirseklerime acı veriyor, günaydın!, övünmek yok öyle değil mi!, neyle, neden övünüyoruz, neden düşüncelerimiz, kıyafetlerimiz, ellerimiz bu kadar değerli, bunca değer bindirmenin manası nedir yani, mesela bunun yerine gitsek piknik yapsak, sardalyalı sandviçler yesek kırmızı elmalar eşliğinde, bu sırada hiç rüya görülmese, rüyalardan uyanılmasa veya, çünkü eninde sonunda kaldırım taşlarını delmeye çalışan makine seslerine, küçük bardaklarda duran limonlu sulara, bitmiş mum kokulu odalara uyanıyoruz; onun yerine hep aynı çizgide olsa kalp atışları, herkesin derdi dağlara tırmanmak, güzel kıyafetlerini güzel kokulu deterjanlarla yıkamak, köpeğine kesilen salatalıkların yenilmeyen uçlarını vermek olsa, ama olmuyor işte, düşlerden uyanılıyor, gözler şişebiliyor, geceler geçiyor, geçiyor, nereye doğru akıyor zaman kimse bilmiyor; durmak istiyoruz!, durmak, nefesleri tutmak, mandalinalar ve gül kokuları dolu kamyonetlere aldırmamak, çalan telefonları açmamak, açık alanları düşünmek ve beyaz evleri; kötülük buluyor ama dirseklerini, kirpiklerini öyle değil mi, kötü, kötü niyet adeta birer yüksek ökçe!, adeta seni günden güne daha çok çocuk yapan, daha çok mendil harcamana, sesini daha çok çıkarmana yarayan minik beyaz mantarlar, çocuk oldukça salıncaklar artmıyor, salıncak sırasında bekleyen diğer çocuklar artıyor yalnızca, kargalar, lacivert bulutlar, mütevazı olmayan tüm parçalar artıyor; yolunda, lastik pabuçlarınla ilerlemeye devam ettiğin her geçen gün bir tomurcuk daha açıyor ve bu bir savaşım daha demek; iyi geliyoruz insanlığa, tüm kanı bozuklara, kanı eksiklere, kanı fazlalara, rostolara, kuru ekmeklere, ne fark eder ki diye geçiriyoruz içimizden, yine güneş gözlüklerimizle sokakları arşınlayacağız, yine hayallerden konuşup, birbirimize bakacağız, ve tüm bunları yaparken tüm bunların hiçbirinden bahsetmeyeceğiz. yaşlanacağız, yaşlanacağız, kitaplarımız ve karalarımız artacak, gemi seyahatlerine çıkılacak, menülerden giderek daha çok şikayet edilecek ve kahkahaların sesi giderek kısılacak. hala kerevit köfteleri, hala kızarmış maydonozlar filan olacak, aşka inanç bitmeyecek, salıncaklara, çığlıklara ve dibine kadar'lara.

Çarşamba, Mart 04, 2009

büyük masalarda küçük hikayeler


seninle ilgili çok renkli ve çok ilginç hikayelerim var. hayatımın bu denli heyecanlı bir röntgen makinesiyle karşılaşacağı çok akıl almaz bir gerçek gibi geliyor. kendi halinde olan tüm parçalar; her kuru ayaz sabahında erkenden uyanıp herhangi bir huzur içinde koşa koşa bakkaldan cam şişede süt almak veya her akşam baş ucu lambasını açıp dizleri göğse çekerek kitap okuyup yanda duran beyaz sayfaya akla gelenleri karalamak, tamı tamına yazıyordu benim romanımı; ben harikulade elbiselere ve kahkahalara gerek duymuyordum, bu harikulade ışıklar da fazlaca beni bulmuyordu. mesela benim biriktirdiğim fazladan ceket düğmeleri kadar çok şansım vardı ama bu konuyu fazla irdelemiyordum, her seferinde gül bahçesine kaçıp patlayan lastik toplarla doluydu şans kasesi, dokunmuyordum ve toplar gül kokarak geri geliyordu, beyaz dantel yakalı kırmızı elbiselerimin altından görünen yaralı diz kapaklarıma bayılan lastik toplar, ama dediğim gibi sıradan olan tüm parçalar, akasyalar, yağmurlu kokular! ilgilendiriyordu beni, yokuş aşağı olan tüm yollar ve cinnah'tan aşağı doğru yürürken sağda kalan, muhteşem ingiliz elçiliği manzaralı kaynak sokak, güneş batarken.


gece uykuda dolabıma giren ve sabah sersem gözlerle bakakaldığım tüm bu rengarenk ayakkabılar oysaki, geceliklerin arasına yerleştirilmiş papatya kokan küçük keseler, her geçtiğim sokakta gördüğüm güzel lokanta isimleri, elime aldığım her kalemin beyaz kağıtlarda buz pateni gibi kayması, her mısır tanesinin birbirinden lezzetli olması, yanan hiçbir tütsünün masaya leke yapmaması, baharın en güzel bulutlu gününde balkona ve reçellere gerek bile duyulmaması; tüm bunlar bende saf bir şaşkınlık duygusu yaratıyor, ağır mor perdeler açıldıktan sonra ortaya çıkan küçük boş ahşap sandalyenin yarattığı arı bir şaşkınlık duygusu, ucu hepatit b aşısı kadar yakıcı ve sonu aynı şekilde dingin; yani tonların, dalgaların ve renklerin değişmesi, yer değiştirmesi, bu yüzden süregeliyor bu şaşkınlık, bu gözbebeklerinin yerinde duramama hali!, buzluktan yeni çıkmış tüm buz küplerinin sabah yedide güleryüzlü bir adamdan aldığın simitler kadar sıcacık gelmesi ve kalın yorganların altında tek başına uyandığın her 'nerde benim pencere pervazında oturulacak yastıklı bir bölme olan odam! sabahı tir tir titremek; ve inanabiliyor musun bunlara sen yol açıyorsun. daha çok az merdiven çıkmışken ve küstahça sırıtabiliyorken yukarılara ve aşağılara bakmıyorken bile, karşıma üstüne binbir tane söz yazılmış beyaz peçeteler çıkıyor ve al bakalım matmazel. tüm portakal likörlerini harry'ye sattım verandasında akşamüstü edeceği kendini beğenmiş sohbetlerinin yanında iyi gideceğini düşünerek, diye caka satabiliyor! bu cüreti seviyorum.


ikinci kahvaltıda görüşmek üzere, küçük evlerinden mum kokuları yükselen genç adamlar, kadınlar.

Pazartesi, Mart 02, 2009

sıkıntılı garson charles b


garson bey merak ediyorum da siz bu tiramisu tatlı değildir zihniyetli, kısa film kısa olmamalıdır kafalı insanlara sade kahveler, portakal likörleri, sıcak sıcak çin börekleri filan dağıtırken hiç düşünmez misiniz başka diyarlarda öyle kentler, öyle sokaklar ve kaldırımlar, öyle sade bakışlı insanlar vardır ki mesela, evlerinde pikaplar, raflarında ketçap kutusu fotoğrafları, banyolarında leylak losyonları olan, ve düşünebiliyor musunuz sevgili garson, bu insanlar ki sanırsınız ağaç evlerde yaşıyorlar, iki üç basamağı kırılmış merdivenlerden çıktıkları; kendilerine mütevazı çaylar demliyorlar ve güneş batınca sessizlikle fincanlarına dokunuyorlar dudaklarını yalayarak, ama aslında koyu kestane dolaplarda sakladıkları maskeleri, gül kokan parfüm yağları, her daim sakladıkları aşkları, kameraları, ses kayıtları var; koskocaman bir sahneyi saklıyorlar dolaplarda aklınız alıyor mu!, biz küçük porselen çay bardaklarımızla hayatımızı kurtarmaya çalışırken onlar broadway'de yollarının kesiştiği tüm makyajı akmış kadınları ve tüm ıslık çalarak yürüyen erkekleri biriktiriyorlar, sözünü etmeksizin ve çıplak ayaklarla yürüyerek ıslak çimenlerde; hayatımızı kurtarmaya çalışıyoruz dalgalı saçlarla, manasız sözlerle ve vitrinlerle, ellerimiz üşümüş, pantolonumuz bol gelmiş hemen konu oluyor yahu!, evlerimize kapatıyoruz kendimizi anında, iki damladan sırılsıklam ıslandık sanıyoruz, tüm kötü ruhlar bizim elbiselerimizin, bizim külotlu çoraplarımızın içine kaçmış sanki, tüm mutfaklardan şeytani böğürtlen kokuları gelmesinin sebebi bu, dikdörtgen bulutlara bakıp gülümsemektense biz kendimize o böğürtlenleri kasvetli birer şarkı sözü yapıyoruz, bundan hoşlanıyor olabilir miyiz ki, londra zindanları'ndan mesela, kabarık eteklerle giyotine gitmeye benziyor bu öyle değil mi, ama kabarık etekler çağındayız giyotinlerin kafa kestiği gibi akıp giden sohbetlerin künyeleri kütüphanelerin yerini bilmiyor ne yazık!


charles yahu gezintilere çıkalım, küçük çocukların yanlarına gidelim, oyuncak trenlerle, kutularla, üçgenlerle oynayan çocukların yanına, her zaman o oyuncak yeşil vagonlu trenlerin geçmesi için bir tünel, bir köprü kuran, bu trenleri karanlık tünellerin içinden geçirirken içindeki yolcuları değil lokomotifin küçük sarı ışıklarını düşünen küçük çocukların yanına.


öyle ki küçük çocuklar kardan gerçekten adam yaparlar ve giysilerden ve tavırlardan bahsetmeksizin her daim elli dört'tedirler.