Salı, Haziran 07, 2011

adalar

rüyada sürüklenen ve öldürülen siyah köpekler, kırmızı saç bantlı ve rhombus yüzlü katiller, bir siren sesi ve bolca kaçma vardı. ağaçların üzerinden, aldatmalardan ve orospulardan, seni anladığını ve gözlerinin içlerine doğru seni içtiğini hissettiğin adamlarca kullanılmaktan, güzel sözlü şehirlerin peşine takılmaktan ve büyük valizler, küçük uçaklar ve milano balkonlarıyla uyumaktan daha da ötesi; tüm gerilemeleri arkanda bırakmak ve susuz içilemeyen ilaçlarca uyuşturulmak ve bu sırada bolca portakal yemek, acı ve turuncu bir çatı katı anısıyla.

terk etmek unutulmak kadar acı değil hiçbir zaman. tiyatro asla bir eczane gibi kokamayacak. ve istanbul'un hep girdileri, ve çıktıları,

olacak.

kadıköy

aranılan şey öyle küçük, öylü görünmez ki; küçük bir sarı bilye kadar küçük, tek bir yağmurda kopup giden japon elmalarının çiçekleri kadar kırık, bir tek söz yüzünden, tek bir hareket, bir şarkı sözüyle, çimlerde uzandığın tek bir anla silinebilen yıllar, yazmanı engelleyecek kadar üstüne binen o yaşama uğraşının anlamsızlığıyla coşan hareketsizlik, durmak, seni susturan, gidememene yol açan, o şey, mikrop; engelliyor, alıkoyuyor seni yaşamaktan, küçük, anlık ve belki kazıdığında altını kirli; aşklar yaşıyorsun; sadece, salt seni tezer sanıcak birini bulmuş olmanın ve kaybetmiş olmanın burukluğuyla.

küçücük dakikalar, küçük, silik laflar, üstesinden gelinebileceği düşünülen sözler yüzünden; tam da bu yüzden yüzünü çeviriyorsun o aksi mutluluğa, o aksi, dengesiz, yalpalayıp düştükçe koskocaman bir canavara dönüşen mutluluğa, seni yerden yere çarpan ve daima en haklı olan.