Cuma, Haziran 26, 2015

rio - 31

yeşil kanepede huzursuz bir şekilde ve gözümde gelecekten gelmişçesine dünyanın tüm sırlarını bilir bir ifadeyle oturuyorum, pepe ve ben rom içerken manuel neyin döndüğünü anlamadığı, ve aşikar şekilde pepe'den ödü bokuna karışacak şekilde korktuğu için su içmekle yetiniyor. odaya rüzgarla beraber deniz kokusu girdikçe biraz daha gevşiyorum ve eninde sonunda bacaklarımı elektrikli testereyle kesmeye kalkışmadıkça, ki bana ihtiyacı olduğunu düşündüğümden bunu yapmasının mantıksız kaçacağını biliyorum, korku duymanın gereksiz olduğunu kavrıyorum.

niñita, diyor bana pepe, suratındaki o iğrenç sırıtış nasıl olur da asla silinmez diye düşünürken. como lo hiciste diye soruyor, aptal aptal manuel'e bakıyorum, büyükçe bir kunduz yutmuşçasına bir ifadeyle. nasıl yaptın, onu merak ediyor, diyor. üzümü yiyip, bağını sormamasını söylemek istiyorum fakat duvarlarında delacroix'nın kanlı tablolarının kötü reprodüksiyonları asılı, duvar köşelerindeki boyaların tırnak izleriyle çıkartılmış olduğu, masasında 81 model bir beretta'nın durduğu bu içinde bulunduğumuz evde ağzımı kapalı tutmamın gerekliliği aşikar görünüyor.

uyuzun tekiydi, diyorum. ne pepe'ye ne manuel'e lavantalardan, zümrüt broşlardan ya da beelzebub'dan bahsetmeyi düşündüğümden, ya da bünyemde bulundurmakta olduğum ve anlatmayı becermekten pek hoşlanmadığım bu duyguları açığa çıkarmama gerekliliğinden, basit mazeretler sunmayı uygun buluyorum.

aldatıyordu diyorum, eve para getirmiyordu. kalçalarımı sıkıştıran müşterilerin olduğu boklu bir barda garson olarak çalışmanın getirdiği parayla geçimimizi sağlayamadığımızdan bahsediyorum.

pepe yine sırıtıyor. claro, diyor, o kadar tozu kıçınıza sokmadığınızı düşünüyorum çünkü.

ne miktarda kullandığımızdan nereden haberdar olduğunu sormuyorum kendime. romumdan bir yudum daha alıyorum ve şeytan'ı içimdeki küçük iblis kadının öldürmemi söylediği ve benim de bunun üzerine harekete geçtiğimden, bittabi bahsetmiyorum.

Pazartesi, Haziran 22, 2015

rio - 30

şeytan'ın küçücük, erimiş ve irkilmiş vücudunu karanlık yeşilliklere, ormanın kuytu köşelerine doğru sürüklüyoruz vacio'yla. nedenini bilmeksizin, verdiğim karar ve işlediğim suçun yanımdan ayrılmayan bu yaşlı köpekle bir ilgisi olduğunu düşünüyorum; bana boz rengi tüyleriyle, açık kırmızı dilini dışarı çıkararak bakarken. sırrımı paylaşacak bir canlı olması beni biraz olsun rahatlatıyor.

huzursuzluğum ve endişemin sebebi birlikte yaşadığım adamı soğuk kanlılıkla öldürmekten ileri gelmiyor; tersine, aldığım karardan mutluyum ve pişmanlık duymuyorum. huzursuzluk bende kadim yılların yorgunluğuyla vuku buluyor; her yerimde o, kollarımdaki bezginlikte, ellerimin tutmayışında, yaptığım her yanlışı bilerek ve isteyerek, çevreme değil, kendime zarar verme dürtüsüyle yapmakta, boğazımda düğümlenen bir mango büyüklüğündeki yumruda, içimden çıkan, susturamadığım, durduramadığım o canide, o, kendinden başka kimseden nefret dahi etmeyen aşağılık kadında.

şeytan'ı okyanusa atma fikrinin onu toprağın altına gömmekten daha kolay fakat bir o kadar da beni korkutan bir tarafı olmasından, bunca zahmete girmem. vücudu bulunur kaygısından öte, okyanusa duyduğum büyük saygıdan, onu incitmenin bir yerde çok da yükseklerde olmayan ruhumu daha da lanetlemesinden duyduğum müthiş endişe, terör. onu ait olduğu yere, yeraltına kapatmak da, doğru şeyi yaptığımı hatırlatıyor bana.

Çarşamba, Nisan 01, 2015

rio - 29

uzun süredir salonun nemli, uhumsu ortamında oturuyoruz, pepe odanın bir o kenarına, bir diğer kenarına sıçrıyor, saçlarını karıştırıyor, manuel kahraman edalarında, ne olup bittiğini anlayamadan, terlemiş vücuduna yapışmış gömleğiyle güvenini pazarlıyor, bense pepe'nin beni mıhladığı yerde sabit duruyor, çiçekli sabahlığımın ipleriyle oynuyorum.

pepe plan yapmaya uğraşıyor, belli ki şeytanın ölümüyle kendisine gereken yeni, cesur taşıyıcıyı bulmuş durumda ve güney amerika'nın akla hayale sığmayacak uyuşturucu pazarının içine beni de sokma konusunda fikrimi soracağa pek benzemiyor. sabahlığımın yolunmuş ipleriyle oynarken öğle yemeğinde içtiğim kahveleri ve yediğim sulu yoğurtları düşünüyorum; ve kanıma kokain karışmadıkça duyduğum huzursuzluğu hissediyorum, bunun zor olacağını biliyorum fakat pepe'ye bağımlılığımı anlatmanın daha da yıldırıcı olacağının farkındayım. sakinliğimi bozmamaya çalışıyorum, pepe'nin gözleri üstümde odaklanıyor.

el parque, diyor manuel'e, bir parktan bahsettiklerini anlıyorum, gerisi anlamsız laf öbeklerinden ibaret geliyor, fakat manuel'in güvensizce ve endişeyle başını salladığını görebiliyorum. ella no es apto, diyor manuel, başını iki yana sallıyor, tırnaklarını yiyor, gömleği her zamankinden daha ıslak ve yüzündeki dehşet ifadesi ona ilk defa fark ettiğim bir şehvet katıyor. gerçekten korktuğunu hissediyorum.

aniden önümdeki alçak sehpaya elimle vuruyorum. saçlarım havalanıyor, ani hareketimle iki adam irkiliyor, fakat benim yüzümdeki ifade değişmiyor. bakkaldan süt almaya çıkmışçasına bir sakinlikle bildiğim dilde konuşmalarını yoksa beni dahil etmeyi planladıkları hiçbir işi yapmayacağımı, üzerimden kolayca geçecekleri bir orospu olmadığımı söylüyorum. pepe'den bir bardak rom istiyorum ve az kalmış olmasının beni ilgilendirmediğini ekliyorum. güneş ışığından açılmış saçlarım sakinleştikçe önüme düşüyor ve oda dışarıdan gelen rüzgarla deniz kokuyor.

güney amerika'yla orta amerika'yı ayıran doğal sınırdan, darien milli parkı'ndan bahsediyorlar ve malı panama'ya geçerek, parkın içinden costa rica'ya; amerika'ya, vahşete, beyaz adamlara ve aklıma gelebilecek her türlü tehlikeye doğru geçirmem gerektiğini söylüyorlar.

bir yılı aşkın zamandır tanrının kan görmekten en çok hoşlandığı topraklarda yaşıyorsun kızım, fıstık gibi beyaz bir yavrusun ve şimdi bana kendi adamlarının, gringoların olduğu yere geçmekten korktuğunu mu söylüyorsun, diye soruyor pepe; beelzebub, krem rengi lavantalar ve göğsüme batırdığım ve böylece hayat bulduğum broşlardan habersiz, en çok irkildiğim şeyin gerçek dünya, konuşan insanlar, sabahlar ve geceler olduğunu bilmiyor; ona tüm bunları anlatamayacak denli yorgun hissediyorum kendimi.

çiçek böcek seviyormuşsun sen?

birden doğruluyorum, aklıma içi suyla dolu tombul yeşil yapraklar, kırmızı ayva çiçekleri, dikenli güller, arkalarına saklanabileceğim gri çalılar geliyor; çocukca bir masumiyetle, park büyük mü, diye soruyorum.

pepe iğrenç şekilde şeytanı anımsatarak sırıtıyor. ah be yavrum, tek derdin bu olur umarım, tanrı bizi kutsasın, diyor ve rom dolu bardağını benimkine hafifçe vuruyor.


Salı, Şubat 24, 2015

rio - 28

bir uçak biletine bakar, ve sana söylüyorum, kapatılırsın, dediğini hatırlıyorum gözlüklü doktorumun; iyiliğimden ve içimde bir yerlerde sakladığımı sandığı iyi niyetten ötesini istemeyen benden. bense, çok uzak diyarlarda, güneşin hiç batmadığı veya hiç ışımadığı, mefisto'nun akşam yemeğinde masama misafir olup rosto yediği, yanındaki haşlanmış patateslere dokunmadığı; mumların hiç bitmediği, bu yüzden hiç sönmediği, kimsenin konuşmadığı ve herkesin 'ben'liğinden kilometrelerce ötelere savrulmuş olduğu o bilinmez, boyutsuz, kuru ve loş alandaydım; tek başımaydım. maddiyattı söylenilen her söz, edinilen her mizaç, içilen içkiler, tozlar; satılıktı; içimdeki o koskoca, bomboş, loş odayla hiçbir alakası yoktu tüm bunların; orada tek başıma, leylak rengi kanepemde beni insanlığa davet eden tüm taraflarımı göz ardı ediyordum, orada normaldim, iyiydim, iyiliğe adanmış her türlü sıfattım; o boyuttaki iyiliğin, bulunduğum gerçek dünyanın tehlikesi ve çirkinliğiyle uzaktan yakından bir ilgisi yoktu, olamazdı.

bundandı tam anlamıyla, bıçağı şeytan'ın karnına saplamanın kolaylığı, çıkarıp tekrar saplayabilmenin, akan kanı dikkate almamanın, tamamen idrak halinde olsam dahi umursamamanın, gözlerinden akan yaşı fark edince ona acıyamamamın nedeni; ve o anda hissettiğim tek şeyin arkada çalan vals, rüyalarımda yaktığım binalar, insan boyutundaki şişler, ve iskeleden görünen dev, yeşil balinalar olması.

Pazar, Ocak 11, 2015

rio - 27

yeşil kanepeden yavaşça kalkıyor pepe, ensesini kaşıyarak salonun solunda duran ahşap masaya ilerliyor, yıkanmamaktan üzerinde gri su lekeleri oluşmuş geniş ağızlı cam bardağa eline aldığı rom şişesinden bolca boşaltıyor, rom şişesini eline aldığı kolundaki mavi damarlar ve çıkık kol kasları yüzünden suratımda oluşan tiksintiyle karışık korku ifadesinin manuel'in canını sıktığını, ortada bir bela olduğu gerçeğini kavradığını fakat detaylardan tamamen dışlanmış olduğundan öfke duyduğunu hissediyorum, elini tutuyorum, bu işte beraberiz, öyle olsun küçük kız, ama bana tüm detayları vermelisin, sonunu görmediğim tünele girmem ben. konuştuklarımızdan hiçbir şey anlamamış olan pepe elinde tuttuğu bardakla adımlarının arasında yavaşça sallanarak gelip karşımıza oturuyor, lo siento, no tengo mucho de esto, diyerek bardağı gösteriyor, şeytani sırıtışı yüzünden hiç eksik olmuyor, neden buradasınız diye sormasını bekliyoruz; manuel zihninde on dakika önce yaşanmış sahneyi silip, uygun bir cevap hazırlamaya çalışırken ben sabahlığımın ipleriyle oynuyorum, sakin ve arınmış hissediyorum, korkmuyorum, pepe bu sırada romundan büyükçe bir yudum alıp, dişlerini gıcırdatıyor, sırıtarak, e, usando o?. manuel'e bakıyorum. kısa saplı bir meyve bıçağıyla diyorum; mide asidi vücuda yayılırsa acıya dayanmak güç olabilir.

pepe sağ elini yumruk şekline getirip çenesinin altına koyuyor, bir sigara yakıyor, sigara çıplak bacaklarının arasından tüterken başını arkasına çevirip pencereden dışarı bakıyor, güneş parlıyor, kuş sesleri geliyor, kısa bir sessizlik oluyor, neden sonra pepe aniden ayağa kalkıyor, iki adımda kasık kemikleri başımın hizasında beliriveriyor, at kuyruğu saçlarımdan sertçe çekip ayağa kaldırıyor beni, beelzebub, lavantalar, tozlar, gemi güverteleri, kısa eteklerimin altından görünen çıplak bacaklarım, uzun çoraplarım, annem, istanbul'dan kalkan vapurlar, sahile vuran kirli sular; bir an aniden şerit akıyor gözlerimde, kendimi bırakıyorum, manuel engelleyecek oluyor, pepe boşta kalan elini sertçe manuel'in suratına yaklaştırıp kıpırdamamasını işaret ediyor, saçımdan tutan kolunun ve bedeninin arasında ufak bir fareye benziyorum, birden çekiyor elini saçlarımdan ve yanağıma hafifçe vuruyor, plano está funcionando, diyor, işte şimdi seni görevlendirebilirim.

Pazar, Ocak 04, 2015

rio - 26

eve alınan meyveler, papayalar, çarkıfelekler, içinden yeşilimsi sular akan dikenli tropik ağaçlardan gelenler, için kullanılan mavi saplı meyve bıçaklarını bileyerek ve şeytan'ın eve giderek geciken saatlerde, saçı başı darmadağın, beyaz atleti kirlenmiş, göz bebekleri küçülmüş ve yalpalayarak girmesini izleyerek geçiriyorum vaktimi. lokantaya uğramıyorum, gutlu diego'nun çok aldırış ettiği yok, sokaktaki gongoraları izlerken aniden pencereden atlamaya karar veren karısı nina'nın cenaze işleriyle uğraşıyor besbelli; ne tabut alacak veya doğru düzgün bir cenaze merasimi düzenleyecek parası ne de nina'nın sokaktaki süprüntü pembe çiçekleri seyrederken aşağıya düştüğüne inanacak maneviyatı var; şeytan'a o gün kaç tamale sattığım, bira dağıttığım kaç adamın kalçalarımı çimdiklerken dirsekleriyle değdikleri zayıflıktan üzerlerinde kuru yaralar çıkan kasık kemiklerimden duyduğum dehşet acı hakkında yalan söylüyorum; ne kasık kemiklerimin üzerindeki kırmızı lekeli sargı bezlerini ne de paranın giderek azaldığını anlıyor şeytan; mavi saplı meyve bıçaklarımı her gün niye bilediğimi de zaten sormuyor. 

nefes al yavaşça, tamam tut şimdi, yavaşça bırak. nefes al yavaşça, evet tut, tut, tut, şimdi yavaşça bırak, adresini verdiğim doktora git derhal, yatıştırıcı verecek sana, ve tanrı aşkına beynini küçük bir bonobo yavrusunu taklit edecek denli küçültmüş şu pis tozları bırak, bir uçak biletine bakar, ve sana söylüyorum, kapatılırsın. 

ailem, doktorlar, sevmediğim adamlar, konuşamadığım kadınlar, içmekten bir türlü sıkılamadığım limonlu cinler, eski evimin yerlere kadar inen mavi camlarından görünen kiraz ağacı ve toprağa ekilmiş domatesler; geçmişim, coğrafyanın orasına burasına dağılmış durumda duygularım, tepkilerim, artık yutmakta zorlandığım meniler, tavuk suları, hiçbir şey verdiğim karardan caydıramıyor beni; iyi çizilmiş bir plandan daha güzel ve tahrik edici olan bir şey varsa o da gelecekte bir gün simsiyah saçlı kişisel bir pan'ın varlığının verdiği umut.