Salı, Eylül 11, 2012

18052012

bir çatıya çıkmıştık. 

sabaha karşıydı, siyah beyaz karolarla döşenmiş, karoların çoğu parçalanmış bir apartman girişinden yukarı doğru merdivenleri tırmanırken karşımıza çıkacağından habersiz olduğumuz bir çatıydı; apartmanın marley merdivenleri bittiğinde karşımıza çıkan tahta kapıyı ittirerek açtığımızda kilitli olmaması şaşırtmamıştı, bir yandan ürkütmüş fakat sarhoşluğumuzdan geri adım da attırmamıştı; tozlu zeminde çıt çıkarmadan, sessizliğin içinde öylece kalakalıp etrafımıza bakındık. 

gözümüz karanlığa alıştığında başımızın hemen üstündeki yarı açık tahta ve üzerine demir kilitler çakılmış bir kapaktan gözlerimize küçük huzmelerle ay ışığının vurduğunu gördük. yana doğru, içerideki sessizliğe kıyasla büyük bir gürültüyle ittik kapağı; gökyüzü başımızın üstündeydi. merdivenin kirli kenarlarından tutunarak, açık havaya çıkıp; kiremitlere oturduk, rüzgar esiyordu. önümüzde yaşlı bir söğüt ağacı, karşımızda yüksek binalar ve altımızdan geçen onlarca insan vardı. seslerini duyuyorduk ama onlar bizi görmüyordu. konuşmuyorduk. 

şaşkınlıklarımız, ne söyleyeceğimizi bilemeden, bilmek istemeden, öylece durma haline çoktan dönüştüğünden, belki de yaşamla gelen tüm duyguları hissetmenin, tam da yaşamın kendisine adanan çok cömert bir övgü olduğunu bildiğimizden, ve bundan ölesiye tiksinmemizden, susturuyordu bizi. yaşamdan tiksinmiyorduk, hayır. yaşamaya uğraşanlardan, belki.

17052012

elindeki kurdeleyi avuçlarının içinde büzüştürerek arkaya kaykıldı, kafasını koltuğa dayadı, tavanı seyretmeye başladı. ne kadar sinirlense, nasıl bir öfke isteğiyle, hınçla kavrulsa da, inanılmaz bir neşe duysa ve kendini yerden yere atmak için can atsa da suratındaki donuk ifade değişmiyordu; yumuşak bir kumaş kayganlığında veya küçük bir zımpara parçası sertliğindeydi; fark etmiyordu, boş değildi ifadesi belki, ama donukluk yüzünün her kıvrımını öyle sarmıştı, bir maske denilemeyecek kadar yüzüyle bir, ve gerçeklikle ilgisi olamayacak kadar olağandışıydı. çokça baktıkça insani duygular vardı; ara sıra aklına gelen, hafızasından dakikaların neden olduğu insani duygular; birçok sayfası yanmış bir resim kitabının sayfalarını çeviriyormuşçasına silik, anlık ve kavruk insani duygular.


Perşembe, Eylül 06, 2012

16052012

her yeni gün başka bir ben buluyorum içimde, bu benlerden hiçbirini gözüm tutmuyor laf aramızda, hepsinde bir kusur, bir fazlalık, veya bir eksiklik görüyorum. içimdeki benler hiçbir şey bilmiyor, çabuk usanıyor zorluklardan ve kendinden tiksinmesi saniyeler alıyor. 

zor alışıyorum yokluğa, susuzluğa, susuzluk ve yokluğun aslında mana eder tek şey olduğuna kendimi inandırmak zamanımı alıyor, heyecanımı öldürüyor; yokluk, ağzımdan çıktı çıkacak iki kelimenin de manasız, sırıtan bir kendinde olma isteği olduğunu sokuyor gözlerime. alışamıyorum yani, susmaya, söylememeye alışamıyorum, ama bir yandan da tersini yapıp, çığlık çığlığa, eskisi gibi, tüm açıklığı ve yalınlıktan uzaklığıyla kusmuyorum durumumu, takacak bir ad bile bulamıyorum, bir durum komedisinden öteye gidemeyecek çıkarımlarla bir hayat kuracağıma, çıtımı çıkarmadan, hayatımı temeli atılmış, ve üzerine kat çıkılmamış bir halde, bırakıyorum. bilmiyorum. bilmekten korktuğumdan değil. bilmemenin büyüsünden.