Pazartesi, Şubat 22, 2010

biz, hepimiz, hiçbirimiz için

glastonbury'de hava ısınıyordu, çünkü uzun kahverengi saçlarına koyu kırmızı eşarplar dolamış kızların karınları pankreaslarının beyaz kaslarını gösterecek şekilde saydamlaşmıştı. burda karışıklık vardı, hırslarıyla beraber yanan kalplerin, dizlerdeki yorgunluğun görüntüsü, kıskançlık ve kibir bir aradaydı; aşkın kutsal bir duygu olmasıyla alakalı rastlanan eşyalar beyaz mutfak tezgahlarının üzerinde duran plastik bardaklar, laduree'lerden getirilmiş incirli makaronlar olabilirdi; burda zenginlik tamı tamına beş parasız kalarak çoraplarını ve eldivenlerini deterjanlı soğuk suda yıkadıktan sonra dördüncü veya beşinci bölümlerinde büyük ve puslu şehirlerin satmakla yanyana yürüyordu, aynı şişeyi ve deniz suyunu paylaşıyordu, paylaşımın sanılmamalıydı fakat, bu kalplerini nereye sakladıklarını hatırlamayan veya umursamayan insanlara bir faydası dokunduğu.

bir moralsizlik kaplıyordu kızı güneş yükselmeye başlarken, ve tepedeyken başka şeyler düşünüyordu, kollarını ısıtırken başka, yanından geçiyordu kısa saçlı adamların, geniş cam bardaklardan çingene pembesi sıvılarını tüketirken, sürtünmesin içlerinde engin cahillikleri diye, ve başka kadınların; oysaki bütün uzun saçlı veya yasemin kokulu kadının da kendisi gibi yaşadığını ve yaşlandığını bilmeliydi, geniş ve büyük bahçelerde sevgilileriyle güneşlendiklerini sanmadan, sarı saçlarının çimenlere doğru düşüp kırıldığı bir yerlerde; ve aklından geçirmemeliydi herkesin tek bir adama doğru kaydığının, güneşi andıran bir koku süzülüyor saçlarından diye, ve kaygan ve mavi bir denizanasının uzaktan güzel görünmesiyle alakalı bir ipucu olduğu için bedeninde, ve neticede, hiç mi hiç sanmamalıydı, kendi ellerinin dokunduğu göğüs kafesinin birbirine yapıştırılmış beyaz incilerle öylece kırılgan ve ölü görüntüsünün bir başkasında da var olabileceğini.

üzüntüyle sadece durabilmek aşkla birlikte içinde büyüyen bir defne yaprağının salınımıyla midesini bulandırıyordu, dursa, koşsa ve unutsa da, bulantı geçmiyordu, bir gece olduğunda veya eve doğru yokuş aşağı yürürken alacakaranlıkta geçiyordu aklından bulantı, kadınların yalnız yaşadığı evlerden yükselen badem kokusunun, yana doğru atılmış uzun saçların içinden geçiyordu, midesine yapışıyordu, gözlerini kapatınca yemyeşil dev ağaçlar görüyordu, balkon camından sarkıp izlediği karşı kaldırımdaki akasyaya hiç benzemeyen çok yaşlı ağaçlar, ağaçlar durdukça onun da bedenini kaplıyordu düşünce, salt düşünceden oluşmuş ince bir çarşaf düşüyordu üstüne, tüm insanları, elleri ve dar sokaklardaki alışverişleri görebiliyordu ama nefesi hep çarşafların içinden, hep sessiz ve durağandı.

bir tavşan piramit sahneden aşağı doğru kayıyordu güneş batarken ve çamurlu suları eriyen kahverengi aynalara benzetirken, hayatın omzundan tutmak istedi, dur demek, yavaşça başa sar bütün hikayeni ve anlatmaya başlamadan önce benim gözlerime bak ve nefesimi dinle, çünkü orada bütün insanlarımı, reçel kavanozlarının yanından aşağı doğru kaymalarımı ve gri bulutlara doğru yükselmemi göreceksin, bir de acıyı tabi ve sabunlu küvetlerin neden bunca ağlattığını.

Salı, Şubat 02, 2010

suriye pasajı - 2

her anım büyük bir patlama olacakmış hissiyle geçiyor, oturduğum iskemleye doğru gürültülü sesiyle bir tren yaklaşacak, ve dizlerime kadar gelmiş genleşmiş raylarıyla içime girecek, bütün organlarımı delik deşik edecek, içimden sararmış zarflarıyla mektuplar dökülecek, o zaman anlayacaklar ki aslında kimse haksız değildi, boş çıkacak bazılarının sayfaları ve bazıları söylenememiş sözlerle dolu, bazılarında ikindi güneşiyle bir bahçenin fotoğrafı, veya boş bir mutfak tezgahının, kimisine aslında boş olmadığını anlatacak o mutfağın, içinde kirli bulaşıklar ve bozulmasın diye buzdolabına konmuş kahve paketiyle, sabahları buz gibi, gece çok sıcak olan bir mutfak, masasında not defterlerinin, tütünlerin ve notaların olduğu; sıkıldım, yapmamaktan, durmaktan, boş duvarlara gözlerimi dikmekten, düşünmekten, her saniyeyi, teker teker, müzikle gidemiyorsun ki, veya kimse gelmiyor, havada, sallanıyorum.

suriye pasajı - 1


sevgili isviçreli bay,


o dünya başkaydı, ve bisikletlerle tanışmama sen ön ayak oldun. iyi mi yaptın bilmiyorum, kendimi kaybettim, sonra bulamadım, buldum sandım, tekrar buldum sandım, bu sırada yapraklar dökülmeye ve yağmur yağmaya başlamıştı, beş kere iki büyükçe bir çantadaydı, kendim miydim emin değildim ama kalbim kesinlikle daha hızlı atıyordu. dar yokuşlardan aşağı yürümek ve eve varmak için saatlerini yollarda geçirmek, yerden yayılan ısıyla çıplak ayakla dolaşmak ve deterjanın büyüleyici etkisini keşfetmek hayalin bir parçasıydı, sonra gerçek oldu, ve gerçekliğe dayanmadı çift dikiş bünye, ve tabii bunlar salt mazeret güçsüzlüğüme.