Çarşamba, Ekim 10, 2012

20052012

bir arkadaşım bir gece bana o kadar da önemli değil demişti.

aynı arkadaşım küçük sarı menekşelerden ve dolgun kasımpatılardan hoşlanırdı; sıcak havalarda evine doğru yürür, hissettiği sıcaklığın suratına ve dudaklarına verdiği pembelikle mutlu olurdu. hayat yani, hayatta o kadar da önemli değil bazı şeyler derdi. değildi tabi, değildi ama bu arkadaşım bir de söğüt ağaçlarını ve eski apartmanların giriş kapılarını severdi. saçlarını taramazdı, gerçi bazen tarardı. kötü hissetmezdi, iyi de hissetmezdi, hissetmezdi. bazı insanlar bu arkadaşıma bazı şeyler söylerlerdi, türkçe konuşurlardı, gerçi ne fark ederdi, ama sanki işlemezdi beyni bu konuşulan sözleri. bazıları buna kızardı; ama arkadaşım haklı veya haksız olmaktan fazlaca anlamazdı. konumlandırabildiği duygular değildi bunlar beyninde. oysaki bu arkadaşım tren raylarını ve sabah ışığını severdi. doğruyu ve yanlışı bildiğine inanırdı ama bunların doğru ve yanlış olarak iki ayrı kavram olduğunu kabul etmezdi. cinayet vardı, n'apsındı. bıçaklar, kızgın yağlar ve beyaz küvetler vardı, aşk da vardı. kadınlar, erkekler vardı, o yüzden doğru ve yanlış yoktu. nefes almak ve nefes vermek; durmak vardı. bu arkadaşım dünyanın en güzel bahçelerinde, en pembe laleleri koklayarak çıplak bacaklarını havaya uzatıp şişelerce şarap içmekten bahsederdi, sonra ifadesiz yüzünde bir boşluk oluşur ve sonra ağlamazdı. insan olduğum için yapmıyorum bütün bunları derdi. yani bu, insanlığın bir parçası değil, bütün bu söylenenler, yazılan, çizilenler, her hareket bir çaba sarf etmektir. ve aslında, tam da şu anda çaba sarf ediyoruz der, susardı. ama susması da öyle susmak değildi. susmazdı yani, konuşurdu. kasımpatılardan veya akşam güneşinden ve kaş'tan topladığı çakıl taşlarından.

sonra kayboldu o. dağlara gideceğini söylemişti. ve sonra bir mektup atmıştı. hiçbir şey öldürmüyor, yalnızım ama o kadar da önemli değil, aç değilim, kendime patates haşlıyorum. burda tek bir şey var sadece; dağların gürültüsü öldürüyor adamı; demişti. haber alamadım.

Pazartesi, Ekim 01, 2012

19052012

neden sonra kalktı oturduğu koltuktan. bazen koyverme isteği geliyordu. bazen gelmiyordu. düşünmekten kavruluyordu sözlerini. söylediklerini. bir yük biniyordu bazen, ağırlık çöküyordu, uyuşturuyordu beynini. düşünmeden de yaşıyordu, düşünerek de, gerçi fark etmiyordu. öyle çok söylenmişti ki hissetmediği ve aslında gerçekten olmadığı, gerçekten yaşamadığı ve gerçekten kendini vermediği; içinin yanması ona ne kadar suçlu olduğunu hatırlatmaktan başka işe yaramıyordu artık. rahatlamıyordu ama zaten rahatsız da değildi. suçlu bulunuyordu ama zaten kim masumdu. bazı konuların sağlaması yapılamıyordu. sağlamasının yapılabilmesi için bir şeyin yanlış olması gerekiyordu. bir şeyin yanlış olup olmaması neyi değiştiriyordu. en basitinden kalp kırmak ne kolaydı. düzeltmek ne zordu. üstüne üstlük, kırdığın kalbi onarmak hali hazırda zorken, bir de onarmanın kendisinin gereksizliğiyle uğraşmak gerekiyordu. yaşamla, ona küçük, mızmız bir çocuk muamelesi yaparak uğraşmak gerekiyordu. taciz etmek, dokunulmaması gereken yerlerine dokunmak, sinirden kısa kısa gülmesine neden olmak gerekiyordu. yaşam sana onarılması gereken kalpler, söylenmemesi gereken sözler, kıskanılmaması gereken kadınlar veriyordu. yaşam bir tek sana kendini vermiyordu, olabilmeyi. onu bulman gerekiyordu. ve yaşam; öylesine, öylesine kötü kalpli, öyle cahil, öyle boş bir var oluştu ki, kendini bulmak için cehaleti, art niyeti, yaşamaya uğraşmayı kabul etmen gerekiyordu. hatta sevmen, gülmen gerekiyordu. sonra, tabi, tüm bunlar, olmuyordu. sonsuza kadar mahkemeliktin o yüzden. kimsenin seni, zaten tam da önünde durduğun hakime dava etmesi gerekmiyordu.

rüzgar esiyordu. pencereye dokundu. dudaklarını yaladı.