Cuma, Aralık 31, 2010

zamanla akamayan,


ben bir hikaye düşünmüştüm kendime, sanki sabah uyandığında içinde sıkışıp kalmış bütün sorular, yabancı evlerin önünde beklediğin dakikalar, haftalar sonra banyoda tekrar gözüne çarpan yabancı diş fırçaları, çok bakire kadınlarla çok küçük beyinlerine mide bulandırıcı bir penis zihniyetiyle dikkat etmeksizin geçirilen gecelerden artakalan şişeler, -saf saf arkadaşlarla hipokondriyak dinlerken içildiğine inanılan, inanılmak istenen şişeler, acaba neyi hatırlamıyorum diye bacaklarını birbirine sürterek geçirdiğin bütün zamanlar uçup gidecek aklımdan, arka odalarımdan; ve geriye deniz kıyılarım, pembelerle yenecek karideslerim, ve başkalarının değil, benim, benim müziklerim, benim makyaj çıkarıcılarım, benim güzel uzun saçlarım, yazılarım, benim okulum, söğüt ağaçlarım, benim son paramla aldığım kahveler kalacak; ki akabilsin hayatım, atabileyim dışarı adımımı, çıksın içimdeki titreyen aptal canavar; ben kalayım, ben olmaktan yorulmuşken,



işin en ağlamaklı kısmıysa hiç ben'e yer olmaması aslında, koskoca, mavi dantelli hayatımda.

Cuma, Aralık 17, 2010

zamanla akamayan -

belki en çok acıtan ve gerçekten ortada olan, aylarca ensenden tutulup gözlerini ayıramayacağın bir şekilde karşında duran bu iki kişiye bakmaya zorlanmış olman da değil de, senin plansızlığını ve salt bu arkası bomboş olan ıslaklığını küstahça ezmiş olması ayaklarının altında ve yüzündeki o ifadeyle, seni görmemiş olması ve gülebilmesi, soğuk merdivenlerde otururken kapının arkasından duyduğun kahkahalarla; dolaplardaki kadın eşyalarıyla, ve anlatabilmesiyle, yüzüne baka baka, onu sana anlatabilmesiyle, onun peşinden sokaklara dökülmesiyle, sırf sen gör diye ikisinin sıcaklığının artışını, seni çağırmasıyla, bedenine hiç de uymayan o kirli ve azgın boğanın en ummadık yerde ortaya çıkabileceğini, yıkabileceğini, ve en çok da kendine vereceğini hasarı, bilerek, isteyerek, acı çektirmek isteyerek yapmış olması.

ve sonra, hiç de intikam almak için, gör diye, neye benzediğini anla diye yapmamış olduğunu, yastığa sarılmış yatarken, öyle bir anda, rahatça söyleyivermesi, ve sevişmenin ne kadar da güzel olduğunu.

zamanla akamayan


yaraya basacak ne tentürdiyot kalmıştı ne de oksijenli su. havada uçuşan, rüyalara tecavüz edip, ilaçlanmana neden olan sözler canını yakıyordu ama pek de bir manası kalmamıştı artık aynı raylardan yüzyıllardır geçen trenlere benzediği için halin. sözlere sözle cevap veriliyordu ve kimse utanmıyordu hangi filme, karşı tarafta bir kız kıvranırken yatağında, hangi restorandan çıkıp nasıl gittiğini söylemekten.

Salı, Aralık 07, 2010

neden yaptın


dikiş attık karşılıklı, çift taraflı dikişler oldu bunlar, pembe yanakların, aslında hiç de özel olmadığını sonradan anladığın renkli boncuklu lokantaların, çıplak yatılan yatakların, çamaşırların öylesine fırlatılmış olduğu komodinlerin üzerine atıldı dikişler; acıttı, bir sürü kuşlar uçtu, sivri gagalı martılar ve kaldırımda bulduğu armutları dişleyen kuzgunlar; başının üstünden ve bileklerinin kenarlarından uçtular ama dalgalar durulmadı, herkes birbirinin kuması oldu; tek taraf bunu fark etmedi, ama belki de o kadar akılsız değildi, ve yalnızca işine gelmedi; af dilemek o kadar da zor değildi, çünkü duyulması gereken utanç sığmıyordu tekmelenmiş dizlerin yarasına, kadın kokularına, kadın kısmına belki ve bozukluğuna; ve yürürken organlarında hissettiğin acıyı, anlatmaktan feci bir tedirginlik duyduğun o bulantıyı, her eşyanın hatırlattığı yükü, küstahlığı ve aldatmayı geçirmiyordu; masmavi bulutların arasından bir gün yürüyeceğin boylamasına upuzun parkları, cam şişelerden içeceğin böğürtlen sularını, yakacağın sigaraları düşünmek, tren garlarını ve küçük marketlerden küçük paralara alınmış sofra şaraplarını aklına getirmek bile korkunçtu artık; düşünmek ne korkunçtu, bütün iplerin ucundan istemesen de birbirine bağlanması ve vücudunu sürükledikleri yerde yalnızca bir adam ve alelade bir kadının ve daha bir sürü kıymetsiz kadınların anısı olması, tüm güzelliklerini, küçük güzelliklerini, büyük düşlerini, loş ışıklarını, kitapların o çok sevdiğin ilk sayfalarını, onun o üzerine geçirdiğin kazaklarını, evinin antresindeki spot ışıklarını, yatak odasından elma bahçesine açılan büyük pencereyi, aklına tezer'i hayal edince bile geçemeyecek kadar kazınmış olan o görüntülerin olduğu bar köşelerini, gellerini, gitlerini, ruhunun dize gelmez sinirini, ve bunun her dakikasını lanetlemiş adamı, alıp götürüyor ellerinden; kire bulanmış süprüntüler olarak geri veriyor sana, yaşamının yani, senin, uyandığın her sabahın, oturduğun ve kalktığın her dakikanın sivri bir tahta parçasıyla oyulması, akan kanın hiç durmaması gibi, ince bir tül gerilmiş vücudunun üstünden yapılan bütün hakaretlere karşılık çaresizce ağladığın, ama basbayağı ağladığın, öylesine iç geçirdiğin değil, ve üstüne üstlük tüm bunların ona yalvardığın gerçeğiyle, sadece bu, bomboş eller, atılan suçlardan kapkara bir kalple sokağın ortasında öylece durduğun için; basbayağı sonlandırılması gibi bir hal alıyor, tedirginliğin camlara vuruyor, kontrol edilemez bir hale geliyor, güçleniyorsun, krııyorsun; kırıklığından, sonra susuyorsun, elden bir şey gelmiyor,


tüm insanların yanından bu yüzden uzaklaştığını, bu yüzden kimsenin, kimsenin olmadığını, bu yüzden kimsenin kalpten sevmeyeceğini bir anda, arkasında duran o küçücük yosmayla söyleyivermesi, seni tamamen değersiz, manasız, rezil bir parçası yapması hayatının, basit bir ayrıntı olarak kalıyor, ne kadın geçiyor, ne adam, ne dikişin çift taraflı olmasıyla gelen o suskunluk, ne suskunluktan içine kıstırdığın şiddetin.


en çok şiddet kalıyor, ve şiddetle asla bitmeyecek hükümlülüğün.

Çarşamba, Kasım 10, 2010

7 dakika uzatmaları


çok uzundu mutluluğun saçları ve değersizliğin limoni yolları; yönlere doğru sapan insanlar, şarjı hiç bitmeyen telefonlar, susuzluktan artık kendine beslenecek başka ilaçlar bulmuş açelyalar; çok uzundu bütün dikiş izleri, tüm kristal protezler ve soğuk almış köpeklerin ağlayışları, artık beklemekten zevk alınan dakikalar, birinin seni anlamadığı her an durabilmeyi öğrenmek, sesini çıkarmamayı ve hatıralarla yaşamayı; uzundu, yalnız kalınca yatağın kenarına dayanıp içilen bütün kırmızı şarapların esrikliği, birlikte yenemeyen akşam yemeklerinin sürdüğü saatler, bulutlara ulaşabileceğine ve yanaklarına cinlerle dokunulabileceğine inanabilmenin güçlüğü; ve çok uzun sürecekti herkes sarı saçlarla ve kendilerine bağlanmış çok normal kadınlar ve adamlarla mutlu olacakken gelecekte, senin öylece, süreya'yla ve görmediğin kulelerle aynı çarşaflara yalnız başına uzanacağını kanıksayabilmek, örgülü saçlarıyla kadınların, hiçbir dakikası mutsuzlukla teklemeyen adamların, çiftlerin, teklerin, küçüklerin, modern'in romantik şehirleriyle dalga geçebilince gözlerinin dolduğunu düşünenlerin, hep fırından gelen çok lezzetli kokularla, hep be'ler ve misman'larla, hep sıra sıra inci kolyelerle gelen kadınlar ve papyonlarla kahvaltı yapan erkeklerle yaşanacak dakikalarını düşünerek, soğumak, ısınamamak, uzun, uzun sürecekti; hayaletler gelecekti, gidecekti, sonra bir daha gelmeyecekti, tüm o ekşi yollar unutulacak ve mia'nın sessiz umursamazlığının, çocukluğunun ve suçunun faturası kesilecekti, büyük, büyük adamların çok doğru ve kesintisiz konuştukları yaşamları uğruna.

Çarşamba, Ekim 20, 2010

6


tüm kirliliklerden ve iğrenç anılardan öte, yalnız olmak, ama öyle derinlemesine bir yalnızlık değil, hakikaten yani, yalnız olmak, büyük yuvarlak masalarda ve kahve sırasında beklerken, veya güzel sıcak kolların arasında veya gözyaşların kadın dudaklarına karışırken ve sırf bu yüzden mideni bulandıracağı yerde, sırf güzel oluyormuş diye sesini çıkarmazken, tüm hayatın, hepsi, vücudundan koparken yalnız olmak, öyle yazılacak kadar bile elle tutulmuyor; küçücük bir civa dairesinin bileklerini zehirlediği gibi, veya aptal ve uyuz bir çift gözün üzerindeki tshirt'ün büyük yeşilliğini kendisine pek de bir yakıştırır bir edayla akasya manzaralarıyla sana zoraki zoraki bakması gibi sıkıştırıyor aptal ve adımsız ruhunu.

Salı, Ekim 19, 2010

içinin savaşı ve dışının kreması


kırmızı duvarlı odanın dikdörtgen camlı açık mavi pencerelerine dayalı duran yatakta gözlerini açtı, yün yorgan çıplak kollarını ısıtıyordu, saçları yeşil biber kokuyordu, gözlerini giysi dolabına doğru açtığında aklına ilk gelen görüntünün boş bir havuza karşı rüzgarlı havada kahve içen sarışın bir çift olmaması tansiyonunu 12-8'liyordu belki ama kaybı hiç kaydedilmemiş upuzun bir bandı geriye, en başa sardığı anda gördüğü koyu kahverengi ahşap zeminler ve fuşya perdelerin üzerini kaplamış kapkara bokböceklerini andırıyordu; bu da önemsiz herhangi bir işle ilgilenmediği herhangi bir zaman derin derin nefes alıp vermesine neden oluyordu.


pencereden yokuş yukarı çıkan yol ne kadar engebeliydi, engebelerden tırmanmak gerekiyordu, tırmanmak, sonra düşmek, tekrar tırmanmaya çalışmak ve nefes nefese kalmak, değer verdiğin bütün güzel anıların, saat 11'i vurunca sokağa adım attığın ve sevgilinin kollarında bütün sıvıların seni mavi ve parlak baloncukların, kristal avizelerin içinden geçiriyormuşçasına bir his yarattığı bütün dakikaların teker teker reçeteli ilaçlar kıvamında yan etkiler yaratması vücudunda, ruhunu kusmaya çalıştığın ve sözlerin içine sığdıramadığın bütün titremelerin ve çarpıntıların bomboş lise mektupları olarak sana geri dönmesi ve karşında koskocaman, aşağılık bir canavarın sana neşeli ve normal olmanın gerekliliğini kendisine toz pembe allıklar eşliğinde sunmuş bir kadının naçizane katkılarıyla pek de bir yakıştırması; ve sırf bu yüzden bütün dehanın, küçük bir bakışın içindeki orospuluğa, kestirip atılmış bir sorunun fazlasıyla gereksizliğine inandırılmana, ve sözü edilmemiş bütün ilişkilerin mademoiselle kokularına ve hakaretler eşliğinde, her şeyden habersiz bekletildiğin bütün günlerin ıssızlığına sıkıştırılması; pek de sonlandırmıyordu yazdığın defterleri, ve kimsenin korkmadığını kaybetmekten seni.

Pazartesi, Ekim 11, 2010

saat kadınlara kadınlar kala


oya girdiği evlerin yine vanilya kokmasını isterdi, kendi başına ve tek olduğunu bilmek, anıları gözünün içine sokan tüm dakikaların kaybolması, evinin hala eskisi gibi olması, senin, senin ruhunla, belki senin bencilliğin, anormalliğin, ama senin aşkınla dolu olması; çünkü dünya dalgalandı, yüzüne milyonlarca köpük çarptı, karnını tuttu acısından ve iki büklüm oldu, ama dalgalar çekilmiyordu, ve solungaçları da çıkmıyordu. belki öldü, çünkü ölünce hissizleşiyoruzdur ya; ve ağaçlar, kitaplar ve deri koltuklar koskoca bir battaniye gibi sarar vücudumuzu bizi yıldırmamak için, ve görmeyelim diye çirkinliği; ama belki de tekrar hayata döndü; yalnızca dalgaların ve saatlerin dozunu iyi tutturup tutturamadığını bilemiyordu, belki de iyileştirici etkisini yitirmişti yuttuğu bütün anılar, bütün kokular ve tüm eşyalar kendisine ait olmayan; ve sokaklar hala eskisi gibi duruyordu, yağmur eskisi gibi ıslatıyordu, nefes alıp veriyordu, sakinleştiği oluyordu, hatta gülümsediği, hatta annesine sarılmak istediği içinden, o kadar soğuk olmasın diye etraf, ve gözlerini kapatıyordu, kapatıyordu ki müzik çalsın, müzelerde koşsun insanlar ve herkes hayallerindeki gibi mini etekler giysin sarı kahküllerinin üstüne, ve tabii ki, her zamanki gibi, saatler hiç durmuyordu, havaalanları hep neil bavullarıyla doluydu, hazır sandviçlerle besleniliyordu, evde soğuk taş zeminlerde yürüyerek, yastığa gömülerek, gözleri açık uzanan insanlar vardı, sevgilileriyle iyi geçinebilen insanlar, tam da istediği kişiyi bulmuş insanlar, ki neden söyleme gereği duysundu kimse bunu, ve oya da, oya da istiyordu yine eskisi gibi dudak şekilleriyle, yine eskisi gibi güneş kokularıyla birlikte büyük yastıklarda oturduğu adam olsun yanında, ama oya'nın karşısında bir canavar gibi dikilen, onu duvara çarptırıp tekrar, tekrar, sürekli ellerine geri döndüren, ve şimdi yanında onu daha da devasalaştıran minik bir ördek yavrusu olan adam, şimdi ondan pek de nefret ediyordu, bütün mimiklerinden, beğenmediği melodilerden, tadına bakmayı sevdiği peynirlerden, bütün kelimelerinden, gözlerinden, günlüklerinden; ve nasıl da çarpmıştı oya'nın suratına tüm bu kusmuk kokulu iğrenç anıları ki, bir uçak hangarı dolusu değer ve güzellik lazımdı oya maskaralarını, oya bütün dantel eteklerini, oya bütün aşkını ve benzemezliğini geri alsın o koskoca, sürekli başının üstünde kasetçalar gibi dönüp duran kasvetli hayatın ellerinden.

Perşembe, Eylül 23, 2010

küçük ikame


küçük düşüncelerin ve küçük insanların sakinlikleri ve cahillikleriyle savaşmada, saçlara kırmızı kurdeleler bağlamada, insanlara bakmakta, kavgalarda ve sözlere inanılan anlarda; saçlar kesilirken ve uyuşurken bünye, tanıdık odalarda başka suratlar varken ve dünya yine de, yine de akarken, ne acı düşünün; çınarlarla ve eski arkadaşlarla samimiyeti kaybetmişken ve bütün pembeler acıyken ağzında, günler geçiyor; montmartre'da küçük gri kepenkli büfe seni bekliyor ve ayaklarının dibindeki kaldırım kayıyor yavaşça. sen sokaklarda uzun saçlarla ve unutmuşluğun verdiği huzurla gezerken yıllar yıllar önce ve başkayken bütün düzen, kimseyi dinlemek zorunda değilken ve beklemek gerekmezken dünyan sana geri gelsin diye, blanche'da rüzgar eserken yağmurdan önce, bütün kadınlar senken ve üzerindeki lacivert elbisenin dantelli yakası upuzun gösterirken kaslarını, notlar tutmuyordun bırakılmışlıklar için o zaman, akasyalara bakıp sabah kahvaltıları aklına geldiği için ağlamıyordun, daha mı güzeldi, kim bilirdi, belki de sen hakikaten kimseyi hak etmiyordun çünkü kimsenin saçları seninki kadar kızıl değildi.


bir gece içeri girdiğimde, kahverengi sıvılarla kendimi kaybetmek zorunda kalacağımı, her zamanki gibi keyifle ve isteyerek değil, buna zorunda bırakılacağımı düşünmek, uyuşmak ve görmemek için; bu ciğerlerimde ve bileklerimde hissettiğim acıya kıyasla pembe tüller gibi kalıyor küçük aptal kızların mavi kot pantolonlarının üzerine giydiği.


küfretmek ve durmak, saldırmak ve sakinleşmek, içindeki keskin pırıltıları kaybetmek, kayboluşun ve kaybettiğinin yanında bir mana etmiyor. güneş sokak'ta balkonda minelerle o köhne ev seni bir gün içinde oturmaya bekliyor tek başına ve küvetten kanlar akarken; huzurun esamesi okunmuyor, yataklı trenlerin ranzalarıyla ağlıyorsun, kitapevlerindeki beyaz kadehlerle, küçük duş kabinlerinden gelen sıcak sularla, üzerinde aşksız sevişilmiş turuncu çarşaflarla, düşünerek ve duramayarak ağlıyorsun, günler geçmiyor.



Salı, Eylül 14, 2010

eylül


oya,



çok acı oldu, dilinin yanması veya gözlerinin uyuşması, saçlarının kısalması, inancının ve kuvvetinin, farklılıklarının bejleşmesi, ruhunun ezilmesi, çiğnenmesi, güzel gözlerinin, sırtının düzleşmesi, eğilmesi, ankara'nın devasa ovalarında bağıra çağıra, çığlıklar atarak yürürken ortada bir yerlerde durması vücudunun, edilen güzel sözlerin alıntılanamaması, duyulmaması kimseler tarafından, aklının kırmızılıklarının, sıvıların, gellerin ve gitlerin, bütün çizgiyi aşmaların hüküm giymesi, hapis, karanlık, içinde koskoca kristal aydınlıklarla, karanlıkta, çıplak ayak, dakika başına on bir düşünce, beş vazgeçiş, altı geri dönüş, sonrası hep ıslak.

Salı, Ağustos 17, 2010

5


yeniyi üretemiyoruz ve eskiye dayanamıyoruz; bir an geliyor, sadece bir saatten bahsediyorum, sadece anlık bir dakika, bütün sözler, her hareket, herhangi bir duvarda gördüğün bir yazı, biriyle arkadaş olmanın veya olmamanın hayatının doygunluğunu belirliyor veya belirlemiyor olması, içinden geçen her ruhsuz saniye, içinden kopan ve uzaklara doğru yola çıkan kalp atışları, nefes alış verişler; bütün bunlar aynı sona çıkıyor, aynı güzel kokan sahte yalnızlığa, içerde ve dışarda, akasyalarla veya kuzey ışıklarıyla, hep yalnızlığa, sonsuzluğa, olamamaya.

ağustos zebanileri


müziğin sesi yükseldikçe hafızanın sana normal bedeninin, sakin ve boşta çalışan aklının ve çevreyi nasıl algıladığının ötesinde getirdiği bütün insanlar, balkon rüzgarları, yalnızlığın yüzüne clara bow gibi çarpması, sabahlara kadar uykusuz kalıp, arka odanın açık kalmış penceresinin pervazına çarpan panjuru hareket eden bir insan vücudu sanmak, sabah 1 olunca sokağa atlamaların akşamüstü rozelerine benzemiş olması yavaş yavaş ve elbise boylarının giderek kısalması, seslerin artması, kokuların çiçekleşmesi ve çileklerin büyümesi, bütün buz kalıplarının bir anda bitiyor olması ve çimlere düşüp paramparça olan kadehler, seni ve bütün geceleri unutan sevgililerin yalanları, dansları ve kadınları, bütün bunları unutmaya çalışırken alınan dozlar ve aşımları, biten geceler, başlayan sabahlar ve uyku, öğünsüzlük ve güneşsizlik, kitap aralarından düşen kelimeler ve halılara akan mumlar; sanki rüyadan rüyaya geçer gibi ve sürekli en derine doğru, yüzeyi bulamadan nefes alacak; sanki dünya senin dışında bir yerlerde akıyor ve yakalamak için uğraşmıyormuşsun gibi; geçti, geçmesiyle toslanan duvarların verdiği acı azaldı; hatıraların umursamazlığı ve sözlerin keskinliği.

Pazartesi, Ağustos 09, 2010

eksi

aşk hep aynı yerde kalmak kıpırdamadan ve hatırlayamamak başka kadın kokularının arasında eski odaları ve harcanmış zamanları.

Perşembe, Temmuz 29, 2010

umudun umarsızlıkla geçici aşkları


oya uyandığında plaza oteli'nin halka açık tuvaletlerinde unutulmuş iki günlük bebekleri ve tezgahın üstündeki turkuaz kutularda incileri topluyordu bordo üniformalı bask kadın, ki kırmızı şaraplı kola bardaklarında hayatını unutup gitmişti, en azından yapabilmişti; kadın turkuaz kutuyu eline aldı, kadifemsi kapağına dokunup, açmak istedi, bacaklarını birbirine dolamıştı, dudaklarını ısırıyordu; oya hala yataktaydı, güneş hiç de parlamıyordu, tam bu sırada tuvalete erkek pantolonlu bir kadın girdi, kolunda askıları yerleri süpüren pantolonunu çekmekle uğraşan kısa saçlı bir adam vardı.

rüya her gün tekrar başlamak aslında, aynı heyecanla aynı müzikleri dinlemek, aynı yokuşlardan inmek, hiç keyfini kaçırmadan ve kötü hatıralarla büzüştürmeden aklını; hep doldurmak vücudunu sıvılarla ve aklını dünyanın ağırlığıyla, ve hiç değişmemek, bir desimetre kadar ilerlememek, ruhun ve vücudun adına karar verememek ve hiçbir sonuca varmadan da ayakta ve rüzgarlı kalabilmek.

kadın ellerini yıkıyordu lavantalı sabunla, kokusunu almadan, adamın omzuna dayamıştı başını ve böyle yanyanalarken hiç de kötü gelecek gibi değildi saatler; sanki yerlere fırlatmayacaktı kimse kendini ve başka kimse olmayacaktı kelebeklerden ve güneş gözlüklerinden hoşlanan ama ölmeleri pek umurlarında olmayan, sanki hep onlardı kahvaltıda mimosa içen ve konuşmadan sadece merdivenleri çıkabilen; o an aslında gerçekten bunun olabileceğini yansıttı su damlalarının hiç de leke bırakmadığı ayna; iki kişinin anlaşmasını beklemiyordu, güneş doğmadan kimse koşmasındı zaten sokaklarda, ama yine de umut vardı, tüm sözleri unutup, gözlerini odaklasalar bulutlara mesela, orada umut vardı, birazcık daha uğraşsalardı belki yirmi dört gün boyunca sadece ananasla beslenip, yavaş çözülmeler yaşayabilirlerdi; belki vücutlarındaki zehri dışarıya atmak uğruna yaptıkları her hareketi, içtikleri her damlayı, kaslarının bütün devinimlerini sonuna kadar götürmeseler, duvara toslamak zorunda hissetmeseler kendilerini, belki matlaşmayabilirdi hayat; yeşilyurt sokak'ta 13 numara'nın siyah kedisi belki hala begonyalı balkondan şehre doğru inen kavuniçi etekli kadınlara gözlerini dikmiş bakıyor olabilirdi, nefret sadece yüksek binalara olurdu ve var olan tek kavga kendinle.


ve hiç gerçekleşmeyecek tabii rüya, rüya olmasından yani, ve turgut dede bunu onca anlatmıştır zaten yıldızlı istanbul gecelerine ve bulutlara bakan bütün erkeklere; canını acıtması belki de doğruluktan, hayalden payını alamayanlara adamaktan yorulmuş ruhunu, ki eşitlensin, ruhsuzlukla, bazın asiti öldürmesi, gidermesi gibi tansiyonunu, durmak yolun sonuna kadar, içine doğru koşarak durmak, ve yitirmek neticede rüyayı.

Pazartesi, Temmuz 26, 2010

4


dışarda vanilya kokan bütün basitler senin çok sevmekten öldürdüğün zorunla eğlenirken senin gri dağlardan inen kurtlara özenişin masumiyetle ve darlıkla değil, ahlaksızlıkla, oyunla alakalı olacak; ebediyen, hiçbir zaman hüküm giymeyeceğin bir suç yüzünden idam sırasında bekleyeceksin; anlamdan türeyen bütün sözcükleri yakmak isteyerek, hep birlikte olmak isterken hiç eğlenerek, hep terk edilerek, hiç onaylanmayarak, hep çarpıntı ve hiç akşamüstü safirleriyle, ve hep anlamla yenilerek cehalete ve getirdiği tüm uzun saçlara ve hep doğrulamakta zorlanırken başı unutulan öykülerini,

Perşembe, Temmuz 22, 2010

çok avrupai bir bezmişlik

yeni dünyamla aslında ilişkilerim fena karışık. sinir tedavisiyle yanyana giden bir akasya masumiyeti var, bir de otobüse ayakkabılarının yanına basarak binen kadınları dürtme isteği, baş etmek gereken bir normalleşme, karı kıza saldırmama, herkesten özür dilemek, küstahlaşmamak, ateş ve barut meselesini bir kenara bırakıp nicolas cage olmak vs.

Pazartesi, Temmuz 12, 2010

zeynep'e


huzursuzum, başka türlüsünü bilmediğimden

aslında kendi çapımda

bir nevi

kusursuzum.



tolga ethem

Salı, Temmuz 06, 2010

ananas mevsimi


oya gidecek, sevilmediğini hissettiği ve akasyaların yapraklarının döküldüğü bütün kaldırımları terk edecek, benzin kokularını, yalnızlıkları, aslıları koyacak bavuluna, gideceğin yer belli o zaman demişti ona iyi bakmayan birileri, belki de o uçsuzluğa doğru, kafası dağınık, çok sevildiği ve belki de sorularına cevap verilen bir deniz kıyısına, bağırmak ve kendini yırtmak zorunda olmadığı evlere, gerçekten sesinin iyi geldiği zaman sesinin iyi geldiğini anlayabilen sincapların yanına gidecek, gidecek, gidecek, odasının çarşaflarının arasında uyanacak, yeniden başlayacak, çok yaşlanmadan ve diz kapakları hala güzelken deniz kokusuyla uyandığı hayallerinin rue des abbesses'inde mavi peynirli sandviçlerle, victoria'da merdivenlerini çıkarken küçük bir evin ve on dört yaşında aşık olduğu ispanyol çocukla richmond üniversitesi'nin çimlerinde otururken ve üç öğün küp küp ve yuvarlak kesilmiş patates yemekten bıktığı o son anda ölecek, geri dönmeyecek bu sefer ve güçsüzlüğünden yanmayacak artık göğsü.

Cuma, Haziran 18, 2010

1km



oda dapdar, saat yedi buçuk ve trafik yok, evin ışıkları yanmıyor, manken diyor biri, diğeri akasya, parke zeminden sesler geliyor, komşular uyuyor, kimse saat takmamış, kitapların hiçbiri okunmamış, havanın boş olduğunu ve zaten boşluğun güzel olduğunu düşündükten hemen sonra birilerine bağırıyor kadınlar, üçüncü kişiler isteniyor sevişmek için yatağa ve açtığı yara, samimiyetle, temizlenmiyor küçük mektuplarla, büyük sözlerle, kolların ağrıyor, yüksek sesle ağlıyorlar, kitaplar bitiyor, kağıtlar yırtılıyor, ses yok, konuşacak hiçbir şey, birikmiş onca toz kalmış sanki delinen dağlardan ve aşk affetmeye benzemiyor

0km


bir bardak kadar dolandırıcılık yaptım, güzel vitrinleri vardı camdan ve deniz kokuyordu içeri girince, biraz hoyratlıkla karışıktı sahip olması ve olunması, ona kapıldığımda uçaklar hala kalkıyordu hava boşluklarına doğru ve yıkmak fikri çokça geçiyordu aklımdan, çaldıklarım benim değildi aslında sadece şekilleri hoşuma gidiyordu ve herhangi bir kullanıcı talimatında yazamayacak kadar şıktı düşmeleri ve kalkmaları.


döndüm, bırakacak odalarım ve duş kabinlerim vardı, sarhoş olmak için yeterli, iyi niyetler için çok az param ve enerjim, çok güçlü sulara kapılmamı engelleyemeyen st. germain hayallerim, iğrenç kadınlarım, katatonik sevgililerim, hayatımı üzerine kurduğum müthiş serbest sözlerim, kadeh yanılgılarım, yanılgımın yanılgıları, hep aynısı olsa da bunu çarptıktan sonra bile anlayamadığım gri taşlı duvarlarım, çokça sözüm, hiççe özüm;


Perşembe, Mayıs 06, 2010

yalnız şarkı için harun tekin'e teşekkür


insanlar geçiyor gözümün önünden, onlara yaklaşamıyorum, onlardan uzaklaşamıyorum, kanım akıyor mu turgut dede! sana soruyorum, bilemiyorum, birilerinden sevgi almak ve onlara sevgi vermek ne kadar zor, gözlerini kapatmak ve alışmak geçmişe, geleceğe, duş kabinlerine, işe gidilmeyen yavaş sabahlara ve baş ağrılarına; mutluluğu denize attılar, vapurlar geçirdiler üzerinden, kadehler tokuşturdular, karılarını aldattılar küçük ve sade kadınların flüt bardaklarıyla, gülüşleriyle, hayata alışmaya çalıştılar; mutluluk boğuldu, nedenini bilmeden kimse ve sormadan yağmurlu ankara sabahlarına, güvercin seslerine; doktorlara gidildi, kalplere, ciğerlere bakıldı şeffaf kağıtların arkasından, küsüratlı gramlar çıktı kandaki oranlardan, kanser yükseldi ve öldürdü; bildik unutulacağını, zamanın iyileştirici olduğu ve çivi ve tahtalarla ilgili hikayeler duyduk, gülmedik sadece durduk, hikayeler bitti, o yüzden deniz kenarlarına gitmek istedik rüzgarlı havalarda; huzurun arayışı, dişlerinin gıcırdaması; kalbinde hissettiğin bütün kötü niyetleri zehirli elmalar tutan ellere yansıttık, hiçbir şey bitmedi, yeni de başlamıyor, kişisel konuşmaya alışamıyoruz!, kendimizden bahsetmek ne kadar zor, akasyalardan bahsedip sonra bilemediğini söylemek, aynı hayatları yaşayıp, aynı üzümlerden meze yapıp, aynı teraslarda sarhoş olsak da kesişemiyor bir türlü çizgilerimiz, yalnız kalıyoruz, unutuyoruz, huyumuzla sözümüzü, gözlüklerimizle bağımlılık eşiklerimizi dengede tutmaya çalışıyoruz, insan olmaya çalışıyoruz, mutluluk ölüyor ve bihaberiz nefessizliğinden, her gece daha da tehlikelileşen, katilleşen sokaklardan da anlamıyoruz, aptallaşıyoruz, sersemliyoruz çünkü, başımıza gelen bütün hikayelerin bir nedeni olsa, her yuvarlak masada konuşulanların bir manası, her ıslaklığın bir çaresi, daha görünür kılsak savaşımızı; belki birlikte yürüyebilirdik gerçekten, herkes hissettiğiyle yaşardı ve yalanlar olmazdı.


şehirlere gidilseydi, gülünseydi, ve unutulsaydı vücudun tembelliği ve ciğerlerin kiri.

Çarşamba, Mayıs 05, 2010

3


çok bilenler hep çok sakin olacak ve kalabalık, tüm lokmayı yutmuş, noktayı koymuş; sen hep yarım yamalak, geceleri hep kıyamet ve sesin hep çatlak, ki iyi olmaya adamışken aşk kendini, bilmez ki bu daha da kötüler seni, terazilerden anlarsanız.

Salı, Mayıs 04, 2010

2


gelecek asla pembe güllerle, fümeyle doyulan balkon masalarıyla dolup taşmayacak, velakin senin her yerde dudaklarını ısıracak kadar yalnız olduğunu, kaltaklığından anlayamayacak aşklarla dolu olabilecek; haksızlığından ve hastalığından kuruyacak bütün yediverenler.

Pazartesi, Mayıs 03, 2010

1


çok hayatlar eskittik ve çok laflar işittik, çok kadınlar gördük iyi ve iki yüzlü ve çok erkekler, yatan ve kalkan ve ebediyen haklı olan.

Salı, Nisan 27, 2010

haute ayrılıklar


bütün çocukları ileriye doğru adımlar atmaktan koru pan! ileriye doğru adımlar atmak çünkü sonradan kirli kaldırımların içlerine doğru derinleşen çukurlara benziyor, mesela bütün kaslarımızı uyuşturuyoruz, önce yorarak onları, yıllardır, aylardır hiç duymadığın bir acı duyarak gözlerinde, burnunda, ellerinde; yokluk duymak, acı; acıyı duyduğunu hissetmiştin yıllar önce, yazdı, öğleden sonra, arkadan toplamıştın saçlarını ve yatağına ilk defa dayamak zorunda hissetmiştin sırtını, birden, işte insanın hayatında en zor, çok zor anlardan biri; yapayalnız ve çaresiz, ama sıkışmış gibi, yani kimseyle paylaşamayacağın büyük bir ağırlık; gözlerini kapatmıştın, geçmişti sanki, temizlikle, sabunlarla, balkondaki eflatun çiçekler, güneşin batışıyla, eskiden beri burukluk veren tüm parçalar iyileştirmişti seni, yıllar sonra, hiçbir şey umrunda değilken, saçların bal rengi, gözlerinde keyifli bir yorgunluk; nereden bilebilirdin birden öyle bir yokluk hissedeceğini, kendin istemişken, kendin terk etmişken şehirlerini, bir pisliğe dalmış, desenli halıların üstünde tanımadığın insanlarla dans etmiş, gözlerini kapatmışken, birden, bir anda çok uzaklardan gelen bir yokluk, nefes alıp vermekle geçmeyen, uykusuzlukla bölünemeyen, geçici sıcaklıklarla derinleşen, çamur rengi sıvılarla silikleşen, karla örtülen, ıslanan, eğlendiğinden mi ağladığından mı bilemediğin çığlıklarla gelen, giden, yokluk; hiçbir şehir seni beklemiyor artık, deniz kıyıları dalga geçiyor yüzündeki ekşilikle ve artık yalnız dalgalanacak saçların, uzayacak, ve kaş'ta elindeki limonlu cinlerle güneşi batıran insanları fareler kovalasın isteyeceksin, 101'den çıkamamalarını, yok olmasını insanlığın ve sadece ahşap masaların kalmasını; kıvranacaksın, seni sevenler, dizlerine kapananlar, bütün vücudunu şebboylarla kaplamak isteyenler var diye, ve sen yapamıyorsun, aldatıyorsun kendini ve herkesle evcilik oynamak istiyorsun diye, salt kendini kaybetmenin verdiği ve vereceği hazla yaşamak istediğin ve sabah temiz ve ağrılı uyanmak istediğinden; kıvranacaksın, bütün vücudun kasılacak, devamlı laktik asitle dolup taşan kaslar, hiç büyümeyen gözler, kasılacak ve açılacak, bir küçük lamba yanacak ve bütün aşklar aydınlanacak: unutulabileceği gelecek gözlerinin arkasından bir ışıkla beraber ve pan, o çirkin, suratsız, kırmızı yıldızlı şey sürükleyecek seni odalardan başka odalara, başın dönecek, gidip geleceksin maziden, sarı duvarlı, eski sevgililerle dolu kolilerin olduğu eve, kapayacaksın gözlerini, ayrılacaksın.

Pazartesi, Nisan 12, 2010

bütün yollar artık yemyeşil ve ellis sıkılıyor


kendimize bir hayat kuruyoruz, saçlarımız, sakallarımız, seslerimiz, ellerimizin tuttuğu bardaklar, yürüyüş şeklimiz, bütün bunlara güzellikler katıyoruz, aynı şekilde yasemin kokmaya, gece yatarken, sabah kalkınca damla damla limondan ekşimiş soğuk su içmeye, klavyede aynı tuşlara, aynı şekilde basmaya; müzik değişmiyor, insanların içinde başımızı hep aynı yöne doğru çeviriyoruz, gülüyoruz, kadınlara sinirleniyoruz, erkeklerle sevişiyoruz, sonra tam tersini yapıyoruz, kokular aynı, kaldırım taşlarının arasına sıkışmış kirli sular, telefon numaraları, binilen arabalar, çantadaki el fenerleri, bunlara alıştığımızdan da değil, sadece ruhun bütünlüğü bozulmuyor ve daha çok insan kandırılıyor böylece; içine güvenin yükselmiyor, düşmüyor, yalnızsan öyle kalmaya özen gösteriyorsun, panjuru aynı şekilde kaldırmaya, çam ağaçlarını ve leylakları aynı şekilde sevmeye, aynı masalarda aynı hatıralardan konuşmaya, hep aynı banka oturmaya, aynı kırmızılıkta içkilere, aynı yatağa, balkonda aynı saatte aynı güneşi batırmaya, saatler farklılaşmıyor, bornozun hep aynı renk, içten gülebiliyorsun ve karşındakini küçük düşürebiliyorsun çünkü senin tanıdığın ve bildiğin aynıları o bilmiyor; ona bütün renkler yabancı, tabakların şekli farklı, ne demek roze sadece şişede diye şaşırıp yüzünü buruşturunca o bunun farkında değil, limanlardan gemiler kalkıyor ve bunun balerin tütüleriyle bir alakası var; saat 7'lerin, akşamüstlerinin, çiğ bademin ve orly'nin bir etkisi var saçlarının şekline, sonsuz cehaletinden tiksinmene insanlığın, ama zor; zor farklı hayatlara adamak kendini, kendini raylara bırakmak, ki aldatmalardan ve şehvetten bahseden herkes dine döndü, herkes meleklerle uyuyacağını sanıyor, kendi halinde; kimse durmuyor, akbabalar var, parazitler, güneşin yukarda asılı kaldığını hiç görmeyenler, hiç tüylerini diken diken eden bir ses duymamış kadınlar, bacaklarını çimlere doğru uzatıp kafasını yana eğerek hiç düşünmemiş erkekler; farklı, aynı; aynı derde geliyoruz, dayanılmaz ağırlığına geçmişin ve geleceğin, başkalarının varlığına katlanmaya, sevginin çoğalabileceğinin kıskançlığına, üçüncülere, dördüncülere, hep rahatsızlık üretmeye çalışıyoruz ki bir manası olsun açan ve solan bütün çiçekli ağaçların ve verilmiş her güzel cevabın.

Çarşamba, Mart 24, 2010

güç, para, norveç somonu


güzel günler görmek istiyoruz, birlikte olmak, hep aynı kişiyle, hep tek, bir tek sen varsın koca dünyada, bir bomba patlasa bütün insanlık yok olacak, içimiz onca dar yani, ve kızamıyoruz karşımızdakiler çokça yaşadı hayatlarını ve biz çok kırmızı ışıkta takılmak zorunda kaldık diye kendimize, karşıdakine; çiçekler açıyor, sahne hep aynı, aynı melodiler, ağızda o pek bir zevk veren buruk tat, zevkini çıkardığın tüm parçaları hayatın teker teker yoruluyor artık gözünde, ölmek, mezara girmek, ölü bir bedene dokunmak zorunda kalmak, son günlerinde artık bunları düşünüyorsun, hava kararmıyor, hiç geriye dönüp bakmayı, geri geri yürümeyi denemiyorsun, geriye karşı anlayışlı olamıyorsun, kimsenin içine giremezsin olur ya, bu yüzden hiç ölmüyorsun, dinlemiyorsun, yaşamıyorsun, geçen dakikalarının koskoca bir yalan tarlasının ortasında manasını yitirdiğini seziyorsun ama elinden de pek bir şey gelmiyor, vicdanını zorluyorsun, egonu iyice çürütmeye çalışarak, bakmayarak ve konuşmayarak, kendine kızarak, üzüldüğün bütün sözlerin aslında gerçek olduklarına üzülerek bu sefer de, duvarlara, merdivenlere doğru koşmak, çarpmak, düşmek, kalkmak, aşiyan'da yeşil çimenler üzerinde bir kız görmek, şaşırmak, sonra sonsuz, sonsuz durmalar. noktalar, pembe sıvılar, yalanlar, kalp krizi.












Perşembe, Mart 18, 2010

oya'nın yolculukları


oya'nın bugün giydiği elbisenin üzerindeki mavi dantellerle ziyaretine gittiği alzheimer kıyılarında dolaşan anneannesinin yastık kılıflarının dantelleri birbirine çok benziyordu. eskiden anneanne oya'ya içine çok az portakal kabuğu koyarak yaptığı yuvarlak kurabiyelerden verirdi, ama şimdi tarifini hatırlamıyordu. tanımsız bir şeydi bu, yıllarca koynunda uyuduğun adamı kaybetmek, toprağa gömülen vücuduyla beraber beyin aktivitelerinin de yitmesi, bacaklarının ağrıması, artık incir tatlısı, portakallı kurabiye ve hiçbir çerkez yemeğini yapamamak; bu manasız da değildi aslında, anneannesi kalın kahverengi çoraplı bacaklarını önündeki pufa uzatıp kırımlı yardımcısına tam o dakikada ne istediğini anlatmaya çalışırken, ki zencefil kaynatmasını istiyormuş, bu da bir işarettir aslında vücut fonksiyonlarının tam manasıyla çalışmadığının farkında olduğuna; oya, tam da o sırada aslında attığı hiçbir adımın ve söylediği hiçbir sözün bir mana etmeyecek kadar değersiz olduğuna inanmamaya başladı; aslında sarışın kadınların saçlarından dökülen kum parçalarının, verdiği acının bir anlamı vardı; kalbinin sürekli heyecanla ve hayallerle dolup taşması, güzel hayaller görmek!, çimlere uzandığını, şişelerce şarap içtiğini, sonra aslında ciddiyetten konuştuğunu ve karın kaslarından bahsettiğini gecenin bir yarısı herhangi bir sokağın üstüne oturabilinecek duvarlarında, güzel yemekler yediğini, kahkahalar attığını ve aslında hiçbir dakikanın canlandırdığın gibi gerçekleşmeyeceğini görmek; bahar gelirken sevişmek istiyorsun, hayatla, kenarından aşağıya atlayabileceğin bütün teras katlarıyla, bütün kesme kristal bardaklarla ve göreceğin güzel ve acı günlerle, daha çok sevişmek, durmamak istiyorsun, ağlamak, koşmak, cevap verileceğini, görüleceğini bilmek; lizbon'a büyük gemiler yaklaşırken, sevdiğin adamlar sevdiğin kadınlarla uyanırken, midenin en çok bulandığı anda sigara yakmanın keyfine varırken, hayvanlar tarafından yönetildiğini bilerek gülümserken, yokuş inerken, çıkarken; aklına gelen hep o güzel hayaller, büyük dolaplarda duran küçük lacivert bavulların olduğu hayaller, gecikmeyen arabaların olduğu, lafayette'e küfrederken ve el ele koşarken elinde şişelerle, küçük kurabiye parçalarıyla montmartre'a doğru, hep gitmek istediğin, ama uğruna bir türlü hayatını durduramadığın hayaller, hayaller, birlikte yaşadığın, öleceğini düşündüğün, hastalanınca, aklını yitirince ve kaybedince bütün aşklarını, seni okşayacak hayaller; onlar var edecek seni, onların verdiği müzikle keyifleneceksin, düşeceksin, yanlış yapacaksın ve farkında olmayacaksın, önemli sözler sarf edeceksin, telefonlar açacaksın eski arkadaşlarına, deniz kıyılarına, uyanacaksın. uyanınca soğuk olacak, alışacaksın.

Cuma, Mart 05, 2010

bekleme


sevgi nedir diye soramıyor kendine, yemek borusundan geçene kadar tüm alveollerini delik deşik edecek ve o zaman pembe olmayacak deterjanı doldururken kırmızı kovaya; ve köpürüşünü izlerken içinden geçiriyor tam olarak neyi hak ettiğini, veya bir insanın herhangi başka bir insana yapabileceği en büyük kötülüğün ne olduğunu; ve bunu yaparken dezenfektan gözlerini yakıyor, üzerine büyük gelen gri kazağın kollarını dirseklerine kadar sıyırıyor çünkü temizlikle kavga edecek biraz sonra; parke zemin ve mutfağın taşlarını ovalamak ve süpürmek, bulaşıkları makineden çıkarıp yenilerini koymak ve mor bardakları sırf elde yıkanır yazdığı için kaynar suda renklerini attırıncaya kadar temizlemek, sırf bir insanın diğer bir insana yapabileceği en kötü şeyin ne olduğunu ve belki zamanların birbirine karıştırıldığını ve aslında yanlış zamanda doğduğunu unutmak için. uyumadan önce kendine sorduğu bütün sorular, rahatlamalar ve huzursuzlaşmalar; aslında bunların hepsi kendi kısa saçlarıyla, elbiseleri, aptal oyunlarıyla ilgili; bunu yirmi küsür senedir kendinden saklıyor ve kötülüğünü kaldırım taşlarına, yaşlı kadınların ellerindeki plastik poşetlere, sevgililerin eski sevgililerine, güzel gözlü ve kötü kalpli kadınlara yüklüyor; bir kadın, yani, en fazla nereye kadar yaşayabilir, nereye kadar masmavidir gökyüzü ve bütün arabalar sessizce geçer yanından, büyük şehirlerde yağmur yağarken hep yırtık mektupların parçaları kaybolmak zorunda sanki, sanki ruhunu tam manasıyla biyopsiye götüren bütün kısımları hayatın, sıraya dizilmiş, önünde selam durmak zorunda; yani diyor, evet ben melek değilim, iyi niyetli olmak zorunda hissetmiyorum kendimi, çizgiler var hayata yönünü gösteren, ve o çizgileri değiştirmeye çalışıyor insan, başkalarının küçük kolye uçlarına laf atarak ve ittirerek sırtlarından, yeni moda bıçaklamalar işte, çizgileri kalınlaştırmaya, inceltmeye çalışıyor, kitaplardan sözler ezberleyerek, değerli olan bütün konuşmaları harfi harfine küçük defterlere kaydederek, ki çizgiler kopup gitmesin diye ellerinden; ve başkaları da başka şehirlerde, doğuda, kyoto'da, herhangi bir çiçek bahçesinde saçlarını keserek veya antrelerde diz çöküp ağlayarak çizgilerine sımsıkı tutunmaya çalışıyor, onun içinse bütün bedenini sarmalamış, içinden çıkılamaz bir düğüm haline getirmiş bu çizgiler; sadece izliyor, izliyor, duruyor, çizgiler akarken aslında uçaklar da duruyor, yıldızlar ve hastane yeşili tomurcukları şimdiden patlamış şapşal badem ağaçları; izliyor, gülümsüyor, sonra başka çizgilere doğru kirli ayakkabılarıyla sinsi adımlarla ilerleyen kadınlar, erkekler görüyor, olmuyor.


Pazartesi, Şubat 22, 2010

biz, hepimiz, hiçbirimiz için

glastonbury'de hava ısınıyordu, çünkü uzun kahverengi saçlarına koyu kırmızı eşarplar dolamış kızların karınları pankreaslarının beyaz kaslarını gösterecek şekilde saydamlaşmıştı. burda karışıklık vardı, hırslarıyla beraber yanan kalplerin, dizlerdeki yorgunluğun görüntüsü, kıskançlık ve kibir bir aradaydı; aşkın kutsal bir duygu olmasıyla alakalı rastlanan eşyalar beyaz mutfak tezgahlarının üzerinde duran plastik bardaklar, laduree'lerden getirilmiş incirli makaronlar olabilirdi; burda zenginlik tamı tamına beş parasız kalarak çoraplarını ve eldivenlerini deterjanlı soğuk suda yıkadıktan sonra dördüncü veya beşinci bölümlerinde büyük ve puslu şehirlerin satmakla yanyana yürüyordu, aynı şişeyi ve deniz suyunu paylaşıyordu, paylaşımın sanılmamalıydı fakat, bu kalplerini nereye sakladıklarını hatırlamayan veya umursamayan insanlara bir faydası dokunduğu.

bir moralsizlik kaplıyordu kızı güneş yükselmeye başlarken, ve tepedeyken başka şeyler düşünüyordu, kollarını ısıtırken başka, yanından geçiyordu kısa saçlı adamların, geniş cam bardaklardan çingene pembesi sıvılarını tüketirken, sürtünmesin içlerinde engin cahillikleri diye, ve başka kadınların; oysaki bütün uzun saçlı veya yasemin kokulu kadının da kendisi gibi yaşadığını ve yaşlandığını bilmeliydi, geniş ve büyük bahçelerde sevgilileriyle güneşlendiklerini sanmadan, sarı saçlarının çimenlere doğru düşüp kırıldığı bir yerlerde; ve aklından geçirmemeliydi herkesin tek bir adama doğru kaydığının, güneşi andıran bir koku süzülüyor saçlarından diye, ve kaygan ve mavi bir denizanasının uzaktan güzel görünmesiyle alakalı bir ipucu olduğu için bedeninde, ve neticede, hiç mi hiç sanmamalıydı, kendi ellerinin dokunduğu göğüs kafesinin birbirine yapıştırılmış beyaz incilerle öylece kırılgan ve ölü görüntüsünün bir başkasında da var olabileceğini.

üzüntüyle sadece durabilmek aşkla birlikte içinde büyüyen bir defne yaprağının salınımıyla midesini bulandırıyordu, dursa, koşsa ve unutsa da, bulantı geçmiyordu, bir gece olduğunda veya eve doğru yokuş aşağı yürürken alacakaranlıkta geçiyordu aklından bulantı, kadınların yalnız yaşadığı evlerden yükselen badem kokusunun, yana doğru atılmış uzun saçların içinden geçiyordu, midesine yapışıyordu, gözlerini kapatınca yemyeşil dev ağaçlar görüyordu, balkon camından sarkıp izlediği karşı kaldırımdaki akasyaya hiç benzemeyen çok yaşlı ağaçlar, ağaçlar durdukça onun da bedenini kaplıyordu düşünce, salt düşünceden oluşmuş ince bir çarşaf düşüyordu üstüne, tüm insanları, elleri ve dar sokaklardaki alışverişleri görebiliyordu ama nefesi hep çarşafların içinden, hep sessiz ve durağandı.

bir tavşan piramit sahneden aşağı doğru kayıyordu güneş batarken ve çamurlu suları eriyen kahverengi aynalara benzetirken, hayatın omzundan tutmak istedi, dur demek, yavaşça başa sar bütün hikayeni ve anlatmaya başlamadan önce benim gözlerime bak ve nefesimi dinle, çünkü orada bütün insanlarımı, reçel kavanozlarının yanından aşağı doğru kaymalarımı ve gri bulutlara doğru yükselmemi göreceksin, bir de acıyı tabi ve sabunlu küvetlerin neden bunca ağlattığını.

Salı, Şubat 02, 2010

suriye pasajı - 2

her anım büyük bir patlama olacakmış hissiyle geçiyor, oturduğum iskemleye doğru gürültülü sesiyle bir tren yaklaşacak, ve dizlerime kadar gelmiş genleşmiş raylarıyla içime girecek, bütün organlarımı delik deşik edecek, içimden sararmış zarflarıyla mektuplar dökülecek, o zaman anlayacaklar ki aslında kimse haksız değildi, boş çıkacak bazılarının sayfaları ve bazıları söylenememiş sözlerle dolu, bazılarında ikindi güneşiyle bir bahçenin fotoğrafı, veya boş bir mutfak tezgahının, kimisine aslında boş olmadığını anlatacak o mutfağın, içinde kirli bulaşıklar ve bozulmasın diye buzdolabına konmuş kahve paketiyle, sabahları buz gibi, gece çok sıcak olan bir mutfak, masasında not defterlerinin, tütünlerin ve notaların olduğu; sıkıldım, yapmamaktan, durmaktan, boş duvarlara gözlerimi dikmekten, düşünmekten, her saniyeyi, teker teker, müzikle gidemiyorsun ki, veya kimse gelmiyor, havada, sallanıyorum.

suriye pasajı - 1


sevgili isviçreli bay,


o dünya başkaydı, ve bisikletlerle tanışmama sen ön ayak oldun. iyi mi yaptın bilmiyorum, kendimi kaybettim, sonra bulamadım, buldum sandım, tekrar buldum sandım, bu sırada yapraklar dökülmeye ve yağmur yağmaya başlamıştı, beş kere iki büyükçe bir çantadaydı, kendim miydim emin değildim ama kalbim kesinlikle daha hızlı atıyordu. dar yokuşlardan aşağı yürümek ve eve varmak için saatlerini yollarda geçirmek, yerden yayılan ısıyla çıplak ayakla dolaşmak ve deterjanın büyüleyici etkisini keşfetmek hayalin bir parçasıydı, sonra gerçek oldu, ve gerçekliğe dayanmadı çift dikiş bünye, ve tabii bunlar salt mazeret güçsüzlüğüme.

Perşembe, Ocak 21, 2010

utanç verici biri olmak


kavramların yerini değiştiriyoruz, daha doğru olmuyor eskilerin yerine gelenler, sıvılarla kapatmaya ve kafandakileri silmeye uğraşıyorsun bundan, hayatın gerçek olan tarafları çıkıyor böylece ortaya, onları arıyorsun girip çıktığın veya kaldığın bütün hayatlarda, cam bardaklar gerçek, başınızın dönmesi; sözler daha samimi, görünmeyen paralar yok ortada, suratsız güçler; kimin nerden kaçtığı apaçık belli, yalan yok, gereksiz özlemler duyulmuyor eski günlere böylece, yapılacaksa yapılıyor ve bavullarun toplanması gerekiyorsa toplanıyor; beklenilmiyor elinde otobüs biletleri kaldırımlarda ve eğer sabahın köründe kalkılacak olunursa kaçacak bir tanesi için, terminale yetişiliyor, bütün neticeler üşüşmüyor akla ve tartılmıyor her hareket getireceği vakalarla; rüya görülüyor yani!, hem de ayaktayken, üzerinde yeşil bir elbise var, muavin kakaolu kek uzatıyor, almıyorsun, çünkü gittiğinde biliyorsun ki arkada kalanı düşüneceksin ve gitmediğinde her zaman orada varlığıyla deşecek kollarını ve acıtacak; senin yapmadıkların ve onun savaşları, şarkıları, kargaları, suni solunumları!, özgür dönüşleri, ki bunlar hep başkalarının yalnızlıklarından ibaret olacak, seni görmediğini ve dikkat etmediğini oysaki, rüyalarında görüyorsun; ve ruhlar yaklaşacak kürek kemiklerine doğru çarşafının içinden diye korktuğun zaman ışıkları açıyorsun, çiğ sarı bir ışık kaplıyor odayı; kaloriferler yanmıyor, gece uykuya dalmadan önce gözünden süzülmeye çalışan gözyaşlarını engellediğini düşünerek aynada kendine baktıkça daha çok şaşırıyorsun, boğazın kurumuş; rüyanda hayatının seçmediğin tarafını açık ve net gördüğünde, orda manolya ağaçları olmadığını ve sıvıların yetmediğini kuru bir hayal kırıklığıyla anlıyorsun, orda bütün kavramların yeri aynı tarafa doğru değişiyor, belki oraya doğru seni çeken bu, dar sokaklardan ve yokuşlardan aynı mananın çıkması; oysa seçtiğin ve yürüdüğün yol, durgunlukla kimi zaman ve vücut fonksiyonlarını giysi dolabın gibi kullanarak, ve yuvarlak gözlü bir trafik polisinin hızla geçen bütün arabaların ortasında elini kolunu sallayarak durduğu yerdeymişçesine, öylece yere bakarak, çiğ ışıklarla, büyük ve zararsız beyinlerle devam ediyor, sen büyüdükçe yollar genişliyor, güneş parlıyor, hala aynı yerdesin, sinirlerin önünde durduğun masaya ve çamurlu kaldırımlara bağlı, trenler kalkıyor saat başı ve kalıyorsun, istediğinden, ve dünya, o koskocaman yuvarlak, senin evinden ve kahve fincanından başka bütün parçalarla içindeki, suçlu olduğu için, ve bütün sabıkaları senin üzerine kayıtlı olduğundan.

Salı, Ocak 12, 2010

yavaş sökülmeler

seninle birlikte büyüyen bir bebek arabası elinde, ayakkabılarınn kırmızısı çok rüzgar esen şehirlerin tozla kaplanmış kaldırımlarına bulaşmış, rengini attırmış, kavuniçiye dönmüş burnu ve topukları; zayıf hissetmiyorsun kendini hayata karşı aslında, daha olmamış bir sürü hikaye var, kumral dalgalı saçlı arkadaşlarına anlatacağın herhangi bir bahar ayında, çimlerin üzerindeyken; ayvalık'taki yazlığı getirsen aklına mesela, o kadar da zayıflamıyor hayatın, sen bisikletin üzerinde, saat yedide akşam ve beyaz saçlı karı kocalar enginarlarını yerken yediverenler açan verandalarında, sürerken deniz kıyısı boyunca, beyaz zambaklar değerken dirseklerine ve acıtırken zehirleriyle; göğsüne çarpan rüzgar zayıf hissettirmiyor hayır, bütün söylediklerinin kumları havalandıran lodosun arasında birilerinin canını acıttığı düşüncesini getirmiyor aklına, balkonlardan gelen çatal bıçak sesleri, sürahiye doldurulan su, senin bisikletini sürdüğün o upuzun güneşli yol ve yerdeki çarpık kaldırım taşları dengede duramadığın zamanları, herkesi, kendini aldattığın sabahları ve çarşaflara sarıldığın geceleri, fotoğraflarını çektiğin mavi alacakaranlıkları hafifletmiyor, ama zayıf da değilsin o an, yeşil desenli kirlenmiş halının üstüne oturup sırtını yatağa yasladığında, dururken sadece, ki durmak ne zamandan beri gardını arttırıyor insanın, soluklarını yavaşlatıyor, o bir gün satın alıp içinde yaşayacağın küçük gül kurusu evin verdiği heyecan salonun ortasında bomboş duran bir küveti getiriyor akla; kendi iplerini çözmeye başladığın an yani, vücudunu ve bileklerini sarmalayan bütün kırmızı iplerin düğümleri serbest kalmaya başladığı an anlıyorsun ki nefret çarpıyor odanın bütün duvarlarına, bu sırtından dökülen inciler kadar üzmüyor seni, rüyanda yüksek sivri uçları ankara'nın soğuk bulutlarına çarpan canterbury katedralinin ulus meydanında yükselmesinin, katedrala giden rayın üzerinde vızır vızır ilerleyen yuvarlak hatlı küçük arabaların yaptığı hızın, veya yanlarından sular dökülen spirallerin küçük insanları aşağıdaki duş kabinlerine götürdüğü garip eğlence merkezinin huzursuzluk verici, bir o kadar da anormal olduğunun farkına varıyorsun, yavaş yavaş anlatmaya başlıyorsun kendini sana, duşun altında, gözlerini kapatarak; elli kilo kadar bir suçluluk duyuyorsun ve söylenilenin aksine bu geçmiyor. ama anlıyorsun, baharda güneş batarken yine de kalbin çarpacak, ve ruhunu ayarlamak istemeyeceksin doktor masallarıyla, senin gibi, bütün gülümseyen kadınların bakımsız bir havaalanında toplaştığını düşüneceksin, uzaklarda, bir adada tek odalı bir apartman dairesi bulmak için, ve suçu paylaşmak, parçalara bölmek, üzerindeki yapay vişne aromasıyla küçük kağıt kekleri dağıtıp yermiş gibi, yüzsüzce.