Salı, Eylül 29, 2009

giderek bağıramamaya başlıyoruz


eve yürürken gözüne bir kuş çarptı. hava kararıyordu, kaldırım taşları deniz dalgalarına benziyordu, yanından geçen insanların üstünde hep aynı etekten vardı ve cinayeti andırıyordu. kuş havada guguklu saat sesleri çıkararak, çarpmanın vermiş olduğu sersemlikle yalpalıyordu, hava karardıktan sonra dar sokaklarda kavuniçi elbiseleri ve elbiselere hiç de uyum sağlayamamış sarı saçlarıyla yalpalayan kadınlara benziyordu. düşüncesindeki tekdüze dönüşlerin geldiği radde artık onu sıkamayacak kadar tanıdıktı, biz diyordu arkadaşları, bizim yıkıp yerine koyamayacağımız şeyler var!, nasıl oluyor da bir yer kazandırıyordu bu söylenen, bu insanlara yüksek ve havadar teras katlarında, nasıl oluyordu da bunu düşünenlerdi hep en çok tartışılanlar ve tartıştıklarını sananlar, şaşırtıcıydı, yani beyaz elleri, sivri bibere benzeyen çeneleri, çok bilen, ama tam olarak ne bildiğini bilmeyerek bakan gözleri, melodilerle kurduklarını sandıkları müthiş manasız yaşamlarıyla 'patlatmanın zevkine varmış, ve yerine iki akasya bile dikmemiş adam ve kadınların fütursuzluğu.


hayaller gerçekleşmeyince, yetinilmiyor.


Pazar, Eylül 20, 2009

mösyö rollebon gel-gitleri


rüyamda gördüm. upuzun ahşap bir masanın başına oturmuş kırmızı kukuletalı yaşlı ve sakallı bir adam teneke bir bira kutusunu açmaya uğraşıyordu. havada sürekli içinde ironi, satir, kabarık etekler sözcükleri geçen bir uğultu duyuluyordu. bir yandan sokak lambalarının altında bekleşip sigara içen bir kız iki erkek, -ki burası güzel ama soğuk bir şehirdi ama hangisiydi bilemedim; kütüphanedeki kitapları alfabetik sırayla okuma planları yaparken, bir yandan büyük ve yüksek duvarlı odalarda çok tutkulu bir aşkın noktası konuluyordu. telefonda sesi neşeli geliyordu kızın, kızı hiç görmedim sadece sesini duydum, muhtemelen üstünde pijaması ve ayağından çıkarmadığı gri botları vardı, ellerini saçlarının arasından geçirip gözlerini kapatıyordu, sesi neşeli geliyordu ve karşısındaki gerçekten sesin ne kadar neşeli ve tatlı geliyor demişti, sevinse miydi üzülse mi, asaf kafaları hakikaten tutmuş muydu ki, bu kadar başarılı mıydı artık yıllar sonra ajda pekkan sözleri olmaya hala, veya şöyle düşünmeliydi, uzun ahşap masanın başında duran yorgun gözlü adamda, sokak lambasının altında büyümekten bahsedenlerde, telefonun ucundaki seste hep bir yalnızlık hissediliyordu, bu insanların yalnızlığını kokladım rüyamda; çok fazla yaşamadıkları hayat birikintisi olduğunu veya bulantılarının en korkunç raddesinde gülümsedikleri anları düşünüyorlardı ve hep düşüncelerinin tersine davranmalarını sağlıyordu bu, bir de şehir her daim soğuktu, yüzlerine yün atkılar doluyorlardı, dizlerini tozluklarla örtüyorlardı pantolonlarının içinden; hep soğuk içkiler içiyorlardı ama, ve yenilgilerini kabul etmek istemeyen tatlı sesli o kız gibi, sokak lambasının kıvrımlarından manalar çıkarmaya çalışmayan ve susan adamlar gibi, kukuletalı bunak gibi umutsuzlardı; mideleri bulanıyor ve taşlar giderek ağırlaşıyordu.

Cuma, Eylül 18, 2009

klişe saçmaları - tansiyon


bu cumayı benimle birlikte büyüyen veya büyüyemeyen huysuzluğuma ve sinir harbime ithaf ediyorum. bu, kabullenmek veya alışmaktan öte bir iç geçirmişliği, akşam üstü içkilerini veya dakikalarca kafa patlatıp yine de cevabını bulamadığın ruh hallerini anlatır. bedeninle var olduğunu ve var olmanın tek şartının bedenin olduğunu itiraf ettikten sonra yaşadığın seğmenlerden tunalı'ya yokuş aşağı yürüyüş kafalarıdır...

Salı, Eylül 15, 2009

5. günde itiraflar


dışarı çıkmak için sakinleşmesi gerekiyordu. sakinleşmesi için eteğinin kaldırım taşlarına sürünmesi ve kirlenmesi, ortadan ikiye kesilmiş elmaların kararmasınlar diye içlerine limon sürülmesi ve güneşin hep aynı şekilde hiç ısıtmaması. hep anlaşılması ve anlamazlıktan gelmesi, çam ağaçlarının koyu yeşil yapraklarının çocukluğunu ve kahve fincanlarıyla karınca yakalamaya çalıştığı günleri hatırlatması, her geçen dakikanın kendine adanmış özürlerle!, yeni anlaşılmış inciten laflarla dolu olması. topladığı bütün pembe incilerin, küçük sarı post-itlerin ve vücudunun bütün küçüklüğünün neticesi, sikilen düzinelerce kadından -üstüne üstlük hep, yeniden istemiş kadınlardan, bahsetmekten daha derli toplu olmalıydı, belki saks beşinci cadde'de satılacak küçük fas güllü parfümler kadar!, veya daha fazlası; hem ne üzücü, kimse bunun pek de çirkin bir metro istasyonuna benzediğini veya olgunlaşmamış çekirdeği kırıldığı için mide bulandırıcı bir tat bıraktığını anlayamıyordu ağzında.


ayakkabılarını giymesi, kapıyı kilitlemesi için, belki de geri dönmeyeceğinin hayalinin daha elle tutulabilir olması gerekiyordu, arkasında bıraktığı market alışverişleri fişlerinin -biberli füme peynir yemişlerdi, ucuz şarap içmişlerdi su bardağında, tadı da güzeldi hem; küçük bar sandalyelerinin ve mırıltı halinde kulaklarına yayılan müziğin canını acıtmaması artık ve tanıdık gelmesinden öte yaşanmış geldiğinden bütün sokaklar, başka sokaklarda başka hayatların yapılabiliyor olduğunu bilebilmesi ruhunun ve bünyesinin; sonra kimse ona özünün, oluşunun nedenini sormamalıydı, çünkü o yokuş tırmandıkça bitmiyordu, hep daha da ileriye sürülüyordu sorular, hep daha içinden çıkılmaz bir hale geliyor, fazla biriktirdiğin ve tepesine kadar dolmuş bir kumbaranın sıkışan madeni paralar yüzünden açılmaması gibi bir his yaratıyordu, patlamak da olmuyordu, tüm parçaların ve durumların bir sınıfı belirlemesi gerekiyodu, patlarsan küçük, susarsan büyük, belki de tam tersi, siyah veya beyaz, bırakmak veya kalmak!, ne de olsa artık hayaletler de gelmiyordu yardımcı olacak.


kapıdan dışarı adım atmak, ruhunu deterjanlı bezlerle temizlemek, veya en basitinden duyulmak için, 'evet. aslında böyle olmalıydı, demesi için gözleri ilk defa bir gökdelen görmüşçesine acı ve şaşkınlık içinde birinin; belki de oya'nın artık, dünyadaki bütün kötü niyetli kadınlar ve zavallı erkekler adına, ve onlara ithafen, belki de artık bırakması gerekiyordu.

Cuma, Eylül 11, 2009

2


hayallerimizde hep güzel saçlı, mütevazı insanlar -yorgun ama canlı olan insanlar, konserve sardalyaların durduğu beyaz tabaklar ve inci çiçeklerinin üstüne düşen gün batımı olsa; kalbimizin tam ortasından geçen ince bir beyaz iple bağlı olmasak da yaşamaya, sinirlerimizi bir gevşetip bir sıkmasa kötü niyetli kadınlar ve zavallı erkekler; mesela dışardan bakılınca özetlenemese yaşadığımız her dakika kıskançlıkla ve acıyla, ve bunun yerine ne güzel çatal bıçak kullanıyordur kim bilir diye hayal edilse ela gözlerimize bakılınca, atakule'nin tepesinden kendini aşağı, tahta yığınlarının üstüne bırakan adamın gömlek cebindeki tek sigara kadar manalı olsa çıkmalar, gelmeler ve gitmeler, düşünseler ki mesela; bunlar bavul toplamıyor, masalarda oturacaklarsa sessizleşiyorlar çevrede dönüp duran, yokuş yukarı durmadan koşan parçalara, insanlara inat, bardakların şıngırtısı duyuluyor, kalın bir kadın sesi gülmemek için kendini zor tutan, deseler keşke!, hayatlarımızın mutlu tarafında onca acı, mutsuz anlardaki bütün çimenli parklarda içilen içkiler, varlığının ne kadar ışıltılı olduğunu konuşmak filan, saçma!, düşünülse gece kaldırımdan gelen fısıltılarımızın, odalara girerkenki ifadelerimizin, yere bakarken düşündüğümüz bütün mağlup ataklarımızın, ve atamadıklarımızın!, bulantılarımızın -kan ilaçları yüzünden; bunların hepsi şekillendiriyor hayatta kopartamadıklarımızı, bırakamadıklarımızı, k ı z g ı n l ı ğ ı,

Çarşamba, Eylül 09, 2009

1

bulantı diye bir kitap okuyorum. ismi mide bulandıran bir çiçek var, nasır çiçeği. güzel mor çiçekler açıyor, iğne yapraklı çiçekler, gece güzel görünüyor, o çiçeği suluyorum. karşısında badem yiyorum, çatılara bakıyorum, değişik bir çatı katı bulabilir miyim aralarından diye. renkli kalemler alıyorum kırtasiyeden, beli göğüs kafesinde biten bir pantolon, para harcıyorum, kahve içiyorum, yürüyorum. havayı kokluyorum, kötü kokuyor. akşam yemeği hazırlıyorum tek başıma yiyorum, maç seyrediyorum televizyonda, sigara içiyorum, başım dönüyor. sabah çok aç kalkıyorum yataktan, biraz midem bulanıyor, kahvaltı yapıyorum çay içiyorum, trafikte korna çalan şoförlere kızıyorum. haftasonu gelince keyfim yerine geliyor ama kısa sürüyor. unutuyorum, ağlıyorum, sonra tekrar başlıyor.

Salı, Eylül 08, 2009

devamsızlık

bugün hakkında hayal kurup pek de mutlu olamadığım şeyi yapmak için son günüm. bu son günden sonra tabii daha da rahatlayacağım, kendimi avutmam veya beyaz dirseklerimin acınası haline bir kılıf uydurmam için çeşitli mazeretlerim olacak. kendim yarattım bu mazeretleri. korkumu ve tembelliğimi. ankara'da sonbahar başladı bugün, tam da gününe denk geldi. müthiş gürültülü sesiyle bir tren kaçırmış gibi hissetmiyorum, ne bir eksiklik hissi var içimde ne de bir kıskançlık. seçtim, sadece yokuş aşağı yürümek kaldı artık. ve sıkıştığın yerin küçük kaldırım taşlarını ve kirli çöp kamyonlarını sevmeye alıştırmak kendini.