Çarşamba, Ekim 20, 2010

6


tüm kirliliklerden ve iğrenç anılardan öte, yalnız olmak, ama öyle derinlemesine bir yalnızlık değil, hakikaten yani, yalnız olmak, büyük yuvarlak masalarda ve kahve sırasında beklerken, veya güzel sıcak kolların arasında veya gözyaşların kadın dudaklarına karışırken ve sırf bu yüzden mideni bulandıracağı yerde, sırf güzel oluyormuş diye sesini çıkarmazken, tüm hayatın, hepsi, vücudundan koparken yalnız olmak, öyle yazılacak kadar bile elle tutulmuyor; küçücük bir civa dairesinin bileklerini zehirlediği gibi, veya aptal ve uyuz bir çift gözün üzerindeki tshirt'ün büyük yeşilliğini kendisine pek de bir yakıştırır bir edayla akasya manzaralarıyla sana zoraki zoraki bakması gibi sıkıştırıyor aptal ve adımsız ruhunu.

Salı, Ekim 19, 2010

içinin savaşı ve dışının kreması


kırmızı duvarlı odanın dikdörtgen camlı açık mavi pencerelerine dayalı duran yatakta gözlerini açtı, yün yorgan çıplak kollarını ısıtıyordu, saçları yeşil biber kokuyordu, gözlerini giysi dolabına doğru açtığında aklına ilk gelen görüntünün boş bir havuza karşı rüzgarlı havada kahve içen sarışın bir çift olmaması tansiyonunu 12-8'liyordu belki ama kaybı hiç kaydedilmemiş upuzun bir bandı geriye, en başa sardığı anda gördüğü koyu kahverengi ahşap zeminler ve fuşya perdelerin üzerini kaplamış kapkara bokböceklerini andırıyordu; bu da önemsiz herhangi bir işle ilgilenmediği herhangi bir zaman derin derin nefes alıp vermesine neden oluyordu.


pencereden yokuş yukarı çıkan yol ne kadar engebeliydi, engebelerden tırmanmak gerekiyordu, tırmanmak, sonra düşmek, tekrar tırmanmaya çalışmak ve nefes nefese kalmak, değer verdiğin bütün güzel anıların, saat 11'i vurunca sokağa adım attığın ve sevgilinin kollarında bütün sıvıların seni mavi ve parlak baloncukların, kristal avizelerin içinden geçiriyormuşçasına bir his yarattığı bütün dakikaların teker teker reçeteli ilaçlar kıvamında yan etkiler yaratması vücudunda, ruhunu kusmaya çalıştığın ve sözlerin içine sığdıramadığın bütün titremelerin ve çarpıntıların bomboş lise mektupları olarak sana geri dönmesi ve karşında koskocaman, aşağılık bir canavarın sana neşeli ve normal olmanın gerekliliğini kendisine toz pembe allıklar eşliğinde sunmuş bir kadının naçizane katkılarıyla pek de bir yakıştırması; ve sırf bu yüzden bütün dehanın, küçük bir bakışın içindeki orospuluğa, kestirip atılmış bir sorunun fazlasıyla gereksizliğine inandırılmana, ve sözü edilmemiş bütün ilişkilerin mademoiselle kokularına ve hakaretler eşliğinde, her şeyden habersiz bekletildiğin bütün günlerin ıssızlığına sıkıştırılması; pek de sonlandırmıyordu yazdığın defterleri, ve kimsenin korkmadığını kaybetmekten seni.

Pazartesi, Ekim 11, 2010

saat kadınlara kadınlar kala


oya girdiği evlerin yine vanilya kokmasını isterdi, kendi başına ve tek olduğunu bilmek, anıları gözünün içine sokan tüm dakikaların kaybolması, evinin hala eskisi gibi olması, senin, senin ruhunla, belki senin bencilliğin, anormalliğin, ama senin aşkınla dolu olması; çünkü dünya dalgalandı, yüzüne milyonlarca köpük çarptı, karnını tuttu acısından ve iki büklüm oldu, ama dalgalar çekilmiyordu, ve solungaçları da çıkmıyordu. belki öldü, çünkü ölünce hissizleşiyoruzdur ya; ve ağaçlar, kitaplar ve deri koltuklar koskoca bir battaniye gibi sarar vücudumuzu bizi yıldırmamak için, ve görmeyelim diye çirkinliği; ama belki de tekrar hayata döndü; yalnızca dalgaların ve saatlerin dozunu iyi tutturup tutturamadığını bilemiyordu, belki de iyileştirici etkisini yitirmişti yuttuğu bütün anılar, bütün kokular ve tüm eşyalar kendisine ait olmayan; ve sokaklar hala eskisi gibi duruyordu, yağmur eskisi gibi ıslatıyordu, nefes alıp veriyordu, sakinleştiği oluyordu, hatta gülümsediği, hatta annesine sarılmak istediği içinden, o kadar soğuk olmasın diye etraf, ve gözlerini kapatıyordu, kapatıyordu ki müzik çalsın, müzelerde koşsun insanlar ve herkes hayallerindeki gibi mini etekler giysin sarı kahküllerinin üstüne, ve tabii ki, her zamanki gibi, saatler hiç durmuyordu, havaalanları hep neil bavullarıyla doluydu, hazır sandviçlerle besleniliyordu, evde soğuk taş zeminlerde yürüyerek, yastığa gömülerek, gözleri açık uzanan insanlar vardı, sevgilileriyle iyi geçinebilen insanlar, tam da istediği kişiyi bulmuş insanlar, ki neden söyleme gereği duysundu kimse bunu, ve oya da, oya da istiyordu yine eskisi gibi dudak şekilleriyle, yine eskisi gibi güneş kokularıyla birlikte büyük yastıklarda oturduğu adam olsun yanında, ama oya'nın karşısında bir canavar gibi dikilen, onu duvara çarptırıp tekrar, tekrar, sürekli ellerine geri döndüren, ve şimdi yanında onu daha da devasalaştıran minik bir ördek yavrusu olan adam, şimdi ondan pek de nefret ediyordu, bütün mimiklerinden, beğenmediği melodilerden, tadına bakmayı sevdiği peynirlerden, bütün kelimelerinden, gözlerinden, günlüklerinden; ve nasıl da çarpmıştı oya'nın suratına tüm bu kusmuk kokulu iğrenç anıları ki, bir uçak hangarı dolusu değer ve güzellik lazımdı oya maskaralarını, oya bütün dantel eteklerini, oya bütün aşkını ve benzemezliğini geri alsın o koskoca, sürekli başının üstünde kasetçalar gibi dönüp duran kasvetli hayatın ellerinden.