Perşembe, Kasım 07, 2013

rio - 12

üzerimdeki kolsuz beyaz atletin yakası batıyor, bir şeyler anlatmaya çalışıyorum, elimde dibinde iki damla beyaz rom kalmış şişe, şişeyi sallıyorum, suratına çakacağım bir tane şimdi diyor. şişeyi sallıyorum, burada hiç güvercin olmamasından, palmiye dallarının gözlerime batmasından, yediğim tüm ananaslı turtaların bozuk oluşundan bahsediyorum, buzdolabının buz eritmeyişinden, vacio'nun pirelenmesinden, tozu paylaşamamamızdan, güneşin hiç batmayışından bahsediyorum, şişeyi sallıyorum ve bana vuruyor. 

mutfağa yürüyorum. 

ekmek bıçağı yok, et bıçağı yok, babamın yüzüme doğru salladığı lazerle bilenmiş küçük ince bıçaklardan hiç yok, ben hiç adam öldürmedim, ama bunun yanlış olduğunu algılamak istemeyecek kadar insanım.

vacio'nun çimleri eşeleyişini, sokaktan bir motor geçişini, ve yan komşumuz şişman teyzenin çete üyesi olmaya çalışan yedi yaşındaki oğluna patlattığı tokatı duyuyorum. 

şeytan sinirime dokunuyor, yalnız olmak istiyorum.

leylaklarım, lavantalarım, aklımda büyüttüğüm güvercinlerimle yalnız, iki gözlü evimde, sarı ışıklarım, içimde koruyup kimseye göstermediğim yüce kötülüklerim, bütün tanıdıklarımdan topladığım o engin nefretle başbaşa, yüzyüze, omuz omuza, şeytan sinirime dokunuyor.

mavi saplı meyve bıçakları, bir rus valsi arkada, her zaman basmamaya dikkat ettiğim parkedeki küçük delik, kapalı perdeler, dışarıdan bir motor sesi daha.

sakin davranıyorum, yavaşça yaklaşıp meyve bıçağını yarı uykuda şeytanın karnına saplıyorum, uyanıyor ama herhangi bir köpekbalığının kolunu koparıp onu yemek için seni okyanusun tam ortasında acıdan uyuşmuş ama ölmemiş halde bırakması gibi orada kalakalıyor, sanki şaşırmıyor, tekrar saplıyorum, iki santim soluna, iki santim sağına, birazcık yukarıya, biraz bağırsaklara doğru, pankreasını bulmaya çabalıyorum ölümcül darbe için, müzik bitiyor, pek ses çıkmıyor, toplam yedi darbe, yüzüme sıçrayan kan damlası yirmi iki.

Çarşamba, Ekim 09, 2013

rio - 11

güvertede parti.
miguel romlar getiriyor, miles çalıyor, kısa eteğimin uçları rüzgardan pespembe, şeytan bu gece çok yakışıklı, romlar artıyor, şifonyerin üstüne gri tüylü bir kedi kuruluyor, miguel romla beraber beyaz tozlar getiriyor, öpüşmekten sıkılmadığımız zamanlarda ben kendimi aşağıya atmaya çalışıyorum, dalgalar o denli güzel ve kaşmir, şeytan beni tutmamaya çalışıyor, atletinin beyaz yakası sola kaymış, elinde kirli bir bardak, geçtiğimiz şehirler hep tozlu, okyanus hiç yok, ölüm hep çok yakın, sevişmek asla gitar tellerine benzemiyor, miles çalıyor, romlar artıyor, miguel sırıtıyor, şeytanla öpüşmekten sıkılmadığımız zamanlarda ben soyunmaya çalışıyorum şeytan kızmamaya çalışıyor, şeytanın bu gece suratındaki ifade yatağa kadınlar alacakmışçasına hilekar, şeytanın bu gece kaval kemikleri çok beyaz,üzerimdeki kısa eteğin bacaklarıma değmesi boşaltıyor beni, sık sık, ara ara, kemiklerim batıyor, beyaz tozlar havada uçuşuyor, direkteki papağanların gözlerine kaçıyor, yanda işçi karıları ağızlarının suları aka aka ananas yiyor, ben kısa eteğimin içinde dans ediyorum, nereye gittiğimizi bilmiyoruz, şehirler hep dünyayla dolu, hep sabah dokuz buçukta içilen beyaz şaraplarla, hep uzun saçlı garsonlarla, hep sarı ışıklı sevişmelerle dolu, nereye gittiğimizi bilmiyoruz, miguel'e soruyoruz, boşluk güzel mi diyor, afiyet olsun diyor, beyaz tozlar uçuşuyor.

Salı, Eylül 24, 2013

rio - 10

mutfak tezgahının üstünden, küçük salonun içlerine doğru yayılan dinah'nın sesi uyuşturmuş, saçlarım önüme düşmüş, tek kolum bacaklarımın üstünde, diğeriyle yüzümü tutmaya çalışırken uyuyakalmışım, atletin sol askısı aşağı kaymış, mikrop kapmış göğsüm açıkta, kıpkırmızı yarayla birlikte büyükçe bir gonca güle benziyor uzaktan.

şeytan içeri giriyor, dudağı patlamış, sağ gözünden sarımsı ve kesif kokulu irin akıyor, yumrukları hala sımsıkı, mosmor, şiş yüzü ve ince bilek kemikleriyle herhangi bir ensefalit hastasına benziyor.

doğruluyorum, gözlerim büyük büyük şeytana bakıyorum, atletin askısını düzeltiyorum, alis göğsüne n'oldu, senin gözüne n'oldu şeytan, kavga ettim bana romlu bir şeyler yapsana, otur, üşüyor musun, bana romlu bir şeyler getir, battaniyenin altına giriyor, gözüne pansuman yapıyorum, dudağına dikiş atmak gerekiyor, parkelere kan damlıyor, kadehin ağzı kıpkırmızı oluyor, leylaklarım ve lavantalarımın göğüs kafesimden aşağıya doğru uçuştuğunu, başımın döndüğünü, sokaktan kedilerin geçtiğini, vacio'nun havladığını, tüm koka ağaçlarının rüzgarda yapraklarını yitirdiğini, rio'nun mavi çatılarının yıkıldığını, miguel'in çıktığı üçüncü yolculukta pruvadan tepetaklak okyanusa düştüğünü hissediyorum, dil altı sakinleştiricilerinden bayılacağımı duyduğum an şeytan'ın dudaklarına yapışıyorum, çenem ve burnum kıpkırmızı, kanın esrik tadı, soyunuyoruz, şeytan mikrop kapmış göğüs uçlarımı öpüp emiyor, kollarımı sıkıyor, omurgamın bittiği yerden sırtıma doğru gezdiriyor ellerini, kavrıyor, ellerinde küçücüğüm, küçücük, ete aç bir kaplan yavrusu gibi, şeytan içime girdiğinde dünyanın bütün uyarıcıları katlanıyor, beynimden içeri, küçük güveler gibi damarlarımda, yüzümü ellerinin arasına alıyor, gözlerimi açıyor, parmaklarını gözbebeklerime yaklaştırıyor, yüzüm kan içinde, şeytanın ellerinden kanlar akıyor, boşalıyoruz, bir cinayet sahnesi veya herhangi bir işkence evi renklerinde rio'daki iki katlı küçük evimiz, burdan gidiyoruz alis, başımız belada.


Pazar, Eylül 15, 2013

rio - 9

saat altı elli dokuz sadece uyuşukluk var sadece beyazlar sadece hayal kırıklığı kamaranın mide bulantısı sadece yaptığım tüm şeytanlıklar sadece aslında şeytanın şeytan olmayışı sadece aslında şeytanın ben oluşum aslında kuyruğumu kasıklarımın içine sokup bilerek kaybedişim sadece kötülük sadece şeytanlık var içimde

Cuma, Eylül 13, 2013

rio - 8

vacio yüzümü yalarken uyandım. güneşin altında, kızıl semizotlarının ve yeşil yapraklı ağaçların altında uyuyakalmışız, şeytan yanımda kıpırdanıyor, bacaklarıma sarılıyor, sıkıca sarılıyor, ince parmaklarıyla okşuyor beni. kızım ben piyano çalardım eskiden, ha evet ben de çello çalardım, bacaklarım müsait gördüğün gibi, seni öldürürüm alis, öldür, karşılıklı taburelerde asalım kendimizi, olur.

tamale çeşitleri ezberlemekten giderek sıkılıyorum, şeytan da bara gelen sarhoş heriflerin kasık kemiklerime sırıtarak bakmasından giderek sıkılıyor, bugün evdeyim, ikinci katın küçük balkonuna yıkanmış çarşafları ve şeytanın atletlerini asıyorum, ipek gömleklerimin hiçbirini giyemiyorum, sürekli şeytanın giymediği eski pijama takımlarıyla geziyorum, çürük vücudumun farkına varmamaları hoşuma gidiyor, broşum hala göğsümün üzerinde duruyor, mikrop kaptıkça tentürdiyotla temizliyorum, mestizolar şeytanın durgun bakışlarından korkarlar belki diye içimden geçiriyorum.

kokain hiç bitmiyor, böylece leylaklar ve lavantalar da.


rio - 7

gemi sallandıkça kavgalarımız büyüyor. hep aynı ipin ucundayız, ipin bir tarafını ben kendime doğru, doğrularıma, kalçalarıma, içimdeki leylaklara doğru çekiyorum, şeytan hep kendine, karanlığına, titremelerine, baş dönmesine, lacivertine doğru çekiyor, ip hiç kopmuyor, kopacak diye korktuğumuzdan çekmemiz de asıl büyük trajedimiz oluyor, gemi sallanmayı kesiyor, miguel sigara getiriyor, haşlanmış patates var yer misiniz, olur aslında, miguel bize haşlanmış patates veriyor, biz ona votka dolduruyoruz, bugün onuncu günümüz, açık denize doğru yol alıyoruz, korku giderek artıyor, her gün biraz daha zayıflıyoruz, benim yine eser miktarda kadınsı kıvrımlarım var ama şeytan tam bir enkaz, enkazlardan hoşlandığımı söylediğimde beni götürdüğü terk edilmiş binanın içindeki sarı kedileri hatırlıyorum, hatırladığımı anlıyor, saçlarımı okşuyor, örgümü çekiştiriyor, göğsümdeki broş biraz kanatıyor, biraz yükseliyorum, içim saniyelik sevinç anlarımdan biriyle doluyor, geçiyor, nefes alıp veriyorum ve konuşmuyorum. konuşmama huyuma alıştılar, işaret dili bile yapıyorlar, yalnızca tek tük işaretimiz var, parmak yukarı, parmak aşağı, gözleri yavaşça kapama, açma, nefes, elleri iki yana açarak belirtilen bezginlik. içimdeki lavantalar, leylaklar hiç bitmiyor, susmuyor, bu iyi bir şey mi onu dahi bilmiyorum.

yanıma aldığım birkaç şehir fotoğrafına bakarken yarısından fazlası güvertede miguel'in bulduğu taburede otururken havada uçuşmaya başladı ve denize düştü.

şeytan bazen oturuyor, bu ender zamanlarda birbirimize gülümsüyoruz ve hiç kavga etmiyoruz, ben ona hiç vurmuyorum ve o ona vurduğumda sinirini yatıştırmak için kamaraya doğru hızlı adımlarla ilerlemiyor. şeytan hep beyaz kısa kollu atletlerle dolaşıyor, kamaraya vuran güneşten biraz yandı ve bundan hiç hoşlanmıyor.

rio'da bizi ne beklediğini bilmemek organlarımızda birikmiş larva hallerinden çıkıp beyaz çarşaflara dadanmaya başlayan tahtakurularına benziyor.

Pazartesi, Eylül 09, 2013

rio - 6

güneşleniyorum. güneş diz kapaklarımın üzerindeki sarı tüyleri aydınlatıyor, yakıyor, sarı balıklar, çekirdeksiz üzümler, sarı kanatlı kuşlar ve bol bol safran var, bolca endişe, yüksek tansiyon, kalp çarpıntısı, eskiden kalma başucu kağıtları, kül tablaları ve yine eskiden kalma ikinci bedeninin leylak renginde havalarda uçuşması, hissetmemek.

değişen şu ki leylak giyince sen, malum alis'in leylak renkleri, çekmecelerinde biriktirdiği karahindiba toprakları, zümrüt yüzükleri çok meşhurdur, şeytan alev alev yanmaya başlamıyor; tersine yüzüne dingin bir gülümseme, gözlerinin içine bir her gün başka bir bela sakinliği çöküyor; rio'yu anlatmaya devam etmeyeceğim, rio yanıyor ama biz üşüyoruz, hep üşüyoruz, üşümemiz savuran rüzgarlardan, kendi vücudumuza değil, birbirimize verdiğimiz ısılardan, yemediğimiz sıcak yemeklerden, ve mütemadiyen gökyüzüne bakmamızdan.

evin arka bahçesinde uykuya dalan köpeğe vacio ismini şeytan koydu, vacio çimenlerin üstünde, ağaç gölgelerinde kıvrılıp yattıkça biz de onun yanına uzanıyoruz, şeytan yaprak çiğniyor, ben beceremediğim limon liköründen içiyorum, az şeker koymuşsun, ben şeker kullanmıyorum, şu mestizolarla konuşmamız gerek alis.

mestizolarla başımız büyük belada. mestizoların bizi sevmesine imkan yok, ne ben göğsümle ipek gömleklerimin arasına geçirdiğim broşla, ne şeytan pantolon askılarıyla, rio'da ekmek parası kazanmaya gelmiş herhangi iki fakir beyaza benzetebildik kendimizi. evin arka sokağındaki tren raylarının gümbürtüsü her seferinde ölüm hissini uyandırıyor ve mestizolar tehdit etmez, mestizolar sadece öldürür. ve vacio bundan çok hoşlanır, taze etle değil haşlanmış karnıbaharla beslendiğinden.

Perşembe, Eylül 05, 2013

rio - 5

küçük kamaranın şifonyerine koyduğum başucu lambasının turuncu ışığında şeytana siyah eldivenler örüyorum, sigara içiyorum, sigara hiç bitmiyor, tayfadan miguel bize kendi sigaralarından getiriyor; miguel uzun boylu, her gün siyah atlet ve beyaz pijama altıyla dolaşıyor, sırıtıyor, bize borrachos diyor, ekibin geri kalan üyeleriyse bizden pek hoşlanmıyor.

yine kusacak mısın, gel güverteye çıkarayım seni. istersen saçlarımı da ör tam çocuk bakıyorsun. sana bakıyorum. sana bakmak istiyorum. şu elindeki makası bırakır mısın. yün kesiyorum ben onunla.

bugün yedinci günümüz.


rio - 4

kızım aklını yitirmiş gibi konuşma. peşinde yedi tane mestizo sen hala burnunu çekiyorsun. çiçek topladığını söyleyebilirdin, heriflere buzlu şampanya kadehlerine benziyorsunuz diye laf atarken bir de utanmadan şortunu çekiştiriyorsun. seni her seferinde koruyamam alis. her seferinde koruyamam. anladım. anladığın yok, evin arka bahçesine gel, benim sakinleşmem lazım. sevişelim mi hayır neden önce gidip şu heriflerle konuşmamız gerekecek. kimse artık senin sırıtık bir gringo olarak tamale sattığına inanmıyor, benim de şu masum bahçıvan havalarımdan kıllanıyorlar anlıyor musun. yapma, bir şey yapmıyorum, kavga ediyoruz, etmiyoruz, sevişelim mi, olur, ben tam burada, şu kızıl semizotlarının yanında sevişmek istiyorum, gel hadi

günler küçük iki katlı evin arka bahçesinde oyalanarak, kahvaltıda haşlanmış kırmızı biber yiyerek, kart oynayarak ve güneşi seyrederek geçiyor; rio'da okyanus dalgalı, deniz analarından sığ suları bembeyaz, bacakların yandıkça alışıyor, üzerine merhem niyetine koka yaprakları, evin eski parkelerinin, meşe sandalyelerinin üstünde etekler, gömlekler, rocinha'daki tek fuhuş yapılmayan barın önlüğü ütülenmiyor, tüm saatleri çöpe attık, kirlenilmiyor burada, rüzgar pablo kokuyor, arka bahçede tüm ağaçlar yavaş yavaş büyüyor.

bu işi yavaşlatacağız kızım, dikkat çekiyoruz, paramız azalıyor, taşınmamız gerekecek yoksa.

Salı, Ağustos 27, 2013

rio - 3

evden çıktığımızda sabah altıydı, benim gül kurusu taytımla şeytanın pantolon askıları birbirine değiyordu. pek konuşmuyorduk, iki tane çanta, yol haritası, bir matara, birkaç boş ruj kutusu, göğüslerimle ipek gömleğin arasından geçirdiğim zümrüt domuz broşu.

tam yüz elli bin dolarımız vardı.

içimden tren diye geçiriyordum, tren kompartmanları, ranza çarşafları, su yollarından sararmış lavabolar, düğmelerle çalışan pencere camları, bozuk krakerler, küf kokusu, yanımızda üç şişe rus votkası ve kornişon turşusu. kızım dedi sadece kafamızın içinde uçabiliyoruz, sen deniz kızısın ama benim kuyruğum yüzmeme yetmez. bu sırada şeytan sabun kokuyordu, sana söz vermiştim dedi, elimden tuttu, bu sırada istanbul'da deniz kabarıyordu, kargalar sabah toplantılarını yapıyordu, sanat galerileri henüz post-modern zırva uğultularıyla kirlenmemişti.

geminin küçük kamaraları vardı. ayağımı bastığım yerler nemli, kamaranın içinde ahşap nemden kabarmış, balık ve tuz kokuyor. bar da mı yok burda, tayfada şişe şişe vardır sevgilim. neden erken bindik biliyor musun? azar azar sallantısına alışalım diye. yirmi beş gece kızım. yirmi beş gece bulantı, yirmi beş gece sarhoşluk, yirmi beş gece başın hafif hafif aşağıya kayacak devamlı. uyuyalım mı? hala votkamız var değil mi? saat altı. güneş neredeyse kızıl, istanbul'da neredeyse savaş çıkacak, silistreler, kornalar, benzin kalıntıları, mum atıkları, doldur, turşumuz da var, gidiyoruz. gitmek, oluyor.


Pazartesi, Ağustos 26, 2013

rio - 2

cumartesi günleri sekiz kişilik plastik havuz saat 1 sularında doldurulur, taze meyveler hep vardır ve kimse birbirinin çıplaklığından utanmaz. cumartesi günleri kopyalarının kopyalarının kopyasının havada bir yerlerde leylak kokarak ve nefes verdikçe zambaklar fışkırtarak uçuştuğu bir gündür, kopyalarının kopyası gizli köşelere saklanıp senden kaçtıkça sen leylak kokusunun peşinden gidersin, yere basan ayakların olsun istersin ve bu yüzden yere basan materyaller kullanırsın. işe yaramıyordur tüm bunlar. sen hiç yoksundur cumartesi günleri. cumartesi günleri aşkın ve sevişmenin fazlasıyla kaltaklaştığı, üzümlerin çürümeye başladığı, hastalıkların en faal ve en yasal olduğu gün. cumartesi cumanın üveyi, cumanın devamı, cuma atladığın sivri taşlara çakılmadan devam etmeni sağlayan paraşüt.

yine bir cumartesiydi bizim kendimizi rio'da bulmamız, rio bizi hiç bulmadı, bizi hiç sevmedi, ama zaten biz de kimi, neyi seviyorduk. mavi çatıların arkasından güneş defalarca battıkça defalarca sarhoş olunuyor, defalarca sevişiliyor, defalarca ölümden bahsediliyor, defalarca hindistan cevizi sütleri içiliyordu, rio'da her şey defalarca oluyordu, bedeninin kopyaları, ruhunun uçuşan maketleri, defalarca rio'ya girip çıkıyordu, mavi çatılar bize hiç gülümsemiyordu ve çoğu kez tombul ablalardan dayak yiyorduk, yumurtalarını çaldığımız ve ananaslarını kopardığımız için. rio'yu kendimize bir kariyer planı olarak seçmiştik. rio ve mavi çatıları kitaplar yazdıracak, bitkiler ektirecek, ferforje masalarda limonlu romlar içirecek kudrete ve biz de kudretten tatmin olamayacak atalete sahiptik. bizim ataletimiz, rio'nun küstah mavi çatıları.

uçaktan korkuyorduk çünkü.

Çarşamba, Ağustos 21, 2013

rio - 1

bugün rio'nun kuzeybatısında herhangi bir favela'dayız, hava limon ve küf kokuyor.

bu bir aslı romanı başlangıcı değil fakat ben yine de beyazım ve size buraya nasıl gelindiğini anlatacağım. bu sırada bazı köpekler havlayacak ve evlerin arkasındaki kurumuş otlardan yangın çıkacak, 43 derecede plastik terlikler ve beyaz pijamalarla dolaşan kadınlar mahallenin çeşitli kaldırımlarında koşturacak, havada silah sesleri duyulacak ve restoranlarda mango ve pastel dağıtan şekilli kalçalı kızları taciz eden sarhoş adamlar birikecek.

bu bir aşk hikayesi olacak.

Perşembe, Temmuz 11, 2013

başka

yazı yazabiliyor olmam bile, ki yazabildiğimden şüpheliyim, hayatta olduğumu gösteririrdi. artık yok. kayra sana geliyorum sevgilim.

Pazartesi, Nisan 15, 2013

mayıs

saçlı deri kaldırıldı. saçlı deri altında doku normal olarak değerlendirildi. sol temporalde yaygın ekomotik alan olduğu görüldü. her iki temporal adale grubu kaldırıldı altı doğal bulundu. kafa tası açıldı beyin beyincik çıkartıldı. beyin beyincik yüzeyinde damarlarda dolgunluk dışında bulgu saptanmadı. beyin beyincik yüzey kesitlerinde noktasal kanama alanları dışında makroskopik patolojik bulgu görülmedi. kafa kaide ve kubbe kemikleri sağlam bulundu.

Pazar, Nisan 07, 2013

31052012


rüyamda ayağa kalkıyorum. yürüyorum, yürümek iyi geliyor. beni ağlatan sözler var ama bu sözler bir süre sonra yok oluyor. aslında, bir adam var. siyahlar giyinmiş. dişleri kıpkırmızı kan içinde, eğri büğrü bir yürüyüş, iğrenç bir sırıtış, her şeyini biliyorum. bu adam çıkageliyor, biz iki kişiyiz, ikimizi sürüklüyor ama istiyoruz da. yürüyoruz şehirlerarası bir yol, ormanlar, tarlalar, boşluk, hava karanlık ve güneşli, bizi iteliyor. uzun çam ağaçlarıyla kapkaranlık bir orman burası. koşuyoruz, eteğim yırtılıyor, gözlerim zaten görmüyor, ışıklar içinde bir ev görünüyor. giriyoruz.

mutfak, kap kacak, tertemiz döşemeler, banyo. lavanta kokuyor, mumlar yanıyor, güneş ışığı, güllerle dolu bir bahçe.

havuzda insanlar var, başlarında boneler, bir sıkıntı var tartışıyorlar, havuzun kenarları yemyeşil yosun tutmuş, civar uçsuz bucaksız tarlalar sapsarı, soğuk bir rüzgar esiyor. birileri öldürülecek, bu planlanıyor. havuza giriyoruz.

ölme fikri bitmiyor, ölmek bir ana ait, fikri bitmiyor.

bir okulda bir müsamere düzenleniyor. domuz kostümlü çocuklarla.

Çarşamba, Mart 27, 2013

30052012

hep ölmek istemiştim ama ölümlerimde çarşaflar, beyaz bilekler, bırakılmış küçük notlar, ağlayan sevgililer yoktu. ölümlerim hep aniden, ölümlerim hep kanlı, hep işkenceyle, hep tecavüzle geliyor, ölümlerim hep arkasında ahşap merdivenlerden antreye doğru uzanan kan yolları bırakıyordu. cinayet yoktu, intihar yoktu, salt kendi kendine gerçekleşen büyük, sert ölümler vardı, tüm her şeyin nedensiz olmasına, oluşuvermesine, tepkisiz kalınmasına verdiğim devasa değere benziyordu ölümlerim. 

makas parlak, keskin, gözlerimin ortasına doğru hareket ettiğinin ayırdına varamadım bile, sen dedi, sen tünelin sonunu görüyorsun insanlar daha adımlarını atmaya çalışırken ama tünelin sonunu görmek senin için öyle manasız ki, paylaşmaya değer görmüyorsun tünelin sonundakileri insanlıkla, ve insanlar tünelin sonunda hep güneş ışığı, hep yeni açmış bahar çiçekleri, hep, yaşam, bekliyorlar. 

sen bu yüzden,
hükümlüsün, kendine dönüklüğünden, yaşayan dünyayı unutmuşluğundan, hiç soğuk almamandan, durmandan ve oturmandan, kanını durdurmaya çalışmandan ve buna çabalarken çabaladığının farkında olmamandan, bir yer kaplamayı hak etmiyorsun sen, senin için uçurumlar, düzlükler, çimenlerin üzerinde geçen akşamüstü saatleri, senin için ölüm, ölüme yas, ölüme alışmak, ölüme alışamamak, ağlamak ve öfkelenmek; anlam ifade etmiyor. bilmiyorsun. üşümüyorsun, ısınmıyorsun. ha tam doz almışsın ilaçlarını ha yarım, ya da almamışsın, ve bunu o seni çok seven deli doktoruna bile söylemiyorsun. 

hayat, senin içinde, yok

gözlerim oyuluyor, acı duymuyorum, parkelere kan damlıyor, tekrar bir darbe alıyorum bu sefer diğer gözüme, gözlerim oyuluyor, rüzgar çok az esiyor, yapraklar çok az kımıldıyor, bulutlar yavaş hareket ediyor, toprak azar azar kaybediyor canlılığını, azar azar ölüyorum.

tıpkı yaşamım gibi, tıpkı yaşamsızlığım, ölümüm de hissizlikle son buluyor, bu da dakikalarla ölçülen, bu da sonu başı belli olan, bu da bir sıfat, bu da bir insan yaşamı parçası. 

Çarşamba, Şubat 27, 2013

29052012

küçük sarı duvarlı odanın ortasında karşılıklı duran iki kişi. gülümsüyor teki, diğeri şaşkın, bakıyor, dudağı kanıyor. parmağına doladığı kurdeleyi gevşetmiş, yarısı parkeye doğru sarkıyor. dudaklarını yalıyor, yüzünde bir sokağa bırakılmış köpek ifadesi. gülümseyen diğerinin elinde bir makas, kumral saçlarını tepesinden toplamış başının, kuyruğu sağa sola sallanıyor, küçük, kırık saçlar dökülüyor ensesine, göz bebekleri kocaman, göz kapakları ıslak, boynunda ipek ipliklerden renkli kolyeler. sol elini uzatıyor büyük göz bebekli, terk edilmiş köpeğe doğru, terk edilmiş köpek sol kolunu arkaya fırlatıyor, bir gerilim oluşuyor, dallara konmuş güvercin havalanıyor. bir adım atıyor gülümseyen, şaşkına doğru, çenesinden kavrıyor, beyaz kısa tırnakları yanağına batıyor, şaşkın tepki göstermiyor, susuyor. dışarıdaki rüzgar ve havalanan güvercinler. hatıralar, silik, bozuk, haksız. ip diyor gülümseyen, iplerini elinde tutmalısın. ip diyor şaşkın, taşıyacak bir taşım, uğruna diz çökeceğim tanrılarım, bir silahım, bir kemanım olsaydı, bırakmazdım ipin ucunu, ipin ucu kaçtıkça çünkü, dünya, menekşeler, dünyanın sonu, ölüm, aşk ve sarhoşluk, ve baharda güneşin batıyor olması yavaş yavaş, acı da vermiyor da, valizdeki kirlileri yavaş yavaş halıya döken kadının durağanlığı. suskunluk. kitaplar okuyorum beni ağlatan, duvarlara yazılar yazıyorum, sabahları aksatmıyorum ilaçlarımı ve frezyalar çıktı diye mutluyum, parklarda çimenler hala sarı ve köpekler hala üşüyor, ben müzik dinleyemiyorum ve hislerimi harekete geçirecek dürtülerden kaçınıyorum, suya değmeden süzülmek, iki duvar arasından sürtünmeden geçmek, martıların mütevazı pikeleri, gibi hayatım. gülümseyen bu sözler üzerine koltuğa oturuyor ve şarabın vardır diyor, var, ben içeceğim, ben içmeyeceğim, sonunu biliyorum her şeyin, annesinin ölümüne üzülmemişti mersault, yerleri silmeliyim, klozeti ovmalıyım, antre çamurlu ve kütüphane rafları tozlu, ben içeceğim, sen içebilirsin, çizgilerin bittiği yerdeyim, çok aşığım, içimde ama hep sızı, hep sızı, ve gülümseyen, şaşkın eşine tekrar bir yumruk savuruyor. elindeki makası avcuyla kavrıyor, havaya kaldırıyor.


Perşembe, Şubat 21, 2013

28052012

şimdi iki kişiyiz ve her zamankinden daha zor griye, toza ve kaldırımlara uyanmak. iki kişi içimde, kendilerinden geçmiş; ağlaklıktan, güce, dinginlikten koşulara, hasetlerden güvenlere, akıllardan özürlere, ağaçlardan gökdelenlere, dağlardan şehirlere, telaştan başka telaşlara, ve mutluluklardan umutsuzluğa, ve her nitelemenin üstündeki o iğrenç, koca boşluğa doğru yuvarlanarak, gidip, geliyorlar, gidip gelemiyorlar bazen, ve bocalıyorlar.

iki kişiyiz teki çok dövüyor kendini, teki sarı ışıklarla, hayranlıklarla yaşıyor.

dövünüyor, telaşa kaptırıyor kendini telaşın kendisinin varlığını anlayamazken,
bu yüzdendir belki ışıklarla yaşayanın ışıklarla yaşaması, ışığa olan sürprizsizliğinden. ışık çünkü, hayranlık uyandırmak, neden büyük umutlarla, bekleniyor.

büyük çekmeceli komodinler, mavi kuşlar, bataklıklar
(direndiğin tüm duygulara, ve peşini kovaladığın korkulara boyun eğme, iyileşme)

iki kişiyiz teki çok dövüyor kendini, teki yorulmuyor, cevap veriyor, gerilemiyor. sabah güneşinde parlayan salıncaklar gibi. uyuz. uzak.

birlikte çok uzaklara koşuyoruz, akasya ağaçları, zemin kat balkonları oluyor yanımızdan kayıp giden, durmadan da anlayabiliyoruz, teki durmazken diğeri için için izliyor çünkü çevresini, salonda unutulmuş ve yarısı yenmiş bir kırmızı elmayı

izler gibi


Perşembe, Ocak 03, 2013

27052012

odanın kan kırmızı tavanından aşağıda dönüp duran benliğine bakıyordu. kokuşmuş, küçük ve marazlı buldu kendini. küçücük bir ayrıntı olduğunun farkına varması için daha kaç yıl gerekecekti. bir insan olmak ve buna bağladığı tüm sıfatlardan, kötülüğe bağışladığı tüm övgülerden, yanlışını koskoca bir kılıçmışçasna kuşanmış olmaktan nefret etti. dahaları eklenecek ve ben yine de kendimden ve kendimi kendim yapan hiçbir özelliğimden vazgeçmeyeceğim ve böyle can vereceğim diye düşündü. haksızken yorgun olmaktan, içten içe, kalbinde yanlış yaptığına olan inancı sapasağlamken bunu körü körüne, hatta tüm benliği koca bir beyaz kas kütlesinden oluşuyormuşçasına savunmaktan, elle tutulur, hatta yere doğru fırlatınca leke bırakacak kıvama gelmiş bir kıskançlığı içinde barındırarak tüm varlığının o tortulu yüzeyini hissetmekten tiksiniyordu. bu tiksintiyle yaşamak sanki büyükçe bir çöp bidonunun içinde nefes almaya çalışmak gibiydi. ne çıkabiliyordu bidondan dışarı ne üzerine yapışmış binlerce artık yemek o mikropsuz, beyaz benliğine yakışıyordu. beceremiyordu yani. odanın içinde dört dönen vücuda doğru bir hamle yaptı. aldığı darbeyle biraz kendine gelmişti. rüzgar dinmiş, verandadaki güllerin üzerine kirli bir güvercin konmuştu.