Pazartesi, Ağustos 25, 2014

rio - 22

tozdan ve romdan uzak durmanın getirdiği pembemsi zindelik on dört gün sonra uçup gidiyor. yerlerde sürünmek, tıkalı kanallardan nefes alamamak, gürültülü kemanlardan, cinayet melodilerinden etkilenmeyecek denli sağırlaşmak, bembeyaz parmak uçlarımı hissetmemek istiyorum, istanbul'dan çıkışımızdan beri kazandığım paranın harcadığımla kıyaslanamayacak denli küçük olması paniğe yol açıyor, tansiyonum yükseliyor, tekrar yıkanmamaya başlıyorum. 

manuel iş bulmalıyım, senin için bizim kara pepe'ye danışabilirim, o kim, istersen bugün ziyaretine gidebiliriz.

ikiz evlerimizin yanındaki çıkmaz sokaktan, kanalizasyon atığı suların aşağıya doğru küçük damarlar oluşturarak aktığı kaldırımlardan iniyoruz, nüfus dairesinin önünde onlarca yabancı insan bekliyor, gül desenli etekli kadınlar çocuklarını ellerine tutuşturdukları tuzlu krakerlerle oyalıyor, başım dönüyor. rüzgar esiyor, okyanusun uzaktan görünüşünü özlüyorum, hiç inemediğim sahili, kahverengi kumları. çıkmaz sokağın sonundaki ahşap müstakil evin kapısını çalıyor manuel. kapıyı kirli sakallı, beyaz atletli, bir yerlerden korkunç şekilde gözümün ısırdığı bir adam açıyor.

pepe bu, guanabara'ya vardığımızda şeytan'a sözde iş çözecek, iblis sırıtışlı, portekizli adam, şeytan'ın canına kıydığım evi ellerime veren.

gözleri bana, beyaz geceliğimin üstüne giydiğim çiçekli sabahlığa kayıyor, beni tanıyor. sırıtarak onde seu amante diye soruyor, anlamıyorum. manuel sırtımdan iteliyor beni, içeri giriyoruz.

korkmam gerektiği düşüncesi beni korkudan uzaklaştırıyor, pembe zambakları ve zehirlerini düşünüyorum, insan etiyle beslenen insanları, insan kesitlerini, cam tabakaları. içerisi eter ve rom kokuyor.

Çarşamba, Ağustos 20, 2014

rio - 21

oynama fazla, kıpırdama. söz vermiştin. oynama, dangalaklık etme. saatler çalıyor, tren tangırtıları geliyor, broş göğsüme batıyor, şeytanın üstümdeki ağırlığı aynı kuran'dan fırlamış ateş dağları kadar baskın, kamaraya girdiğimiz andaki o küf kokusu, elindeki rus votkasından yükselen kesif aroma, uzun parmaklarının arasında tuttuğu küçük, çirkin bedenim, giderek şiddetlenen silleler, bütün gün kurumuş ot koparan ve beyaz atletinin içinde vıcık vıcık terleyen o maskeli adamın başarısız öfkesi üstümde, kollarımda, artık kanayamayan burnumdaki küçük hücrelerde, zemindeki ayak izleri, vacio'nun çaresizce izleyişi, tren tangırtıları, tekrar, tecavüze uğradığımı dahi anlayamayacak hale gelmiş beyin kıvrımları, bulantıyı anlayamayacak kadar düzleşmiş bağırsak kıvrımları, nefes borumla midem arasında haftalardır, aylardır biriktirdiğim engin okyanuslardan gelen mavi balina öfkesi.

rio - 20

perdomo'da yeni arkadaşlar ediniyorum. leylaklarımın ve lavantalarımın yerini yaban gülleri, pembe zambaklar alıyor. vacio'yu yıkatıyorum, her gün küvete girmeye başlıyorum, evi temizliyorum, klozetin kenarlarını ovalıyorum, elimde kalan birkaç bin reali peso'ya çevirttiğim at kuyruklu döviz bürosu çalışanı kadın ilk insan oluyor bana ters ters bakmayan.

sol kenarı çatlamış aynanın karşısında, yanımdaki uzunca bardakta birkaç gül, saçlarımı kesiyorum, uzun, kırılmış saçlarımı, kulak hizama getiriyorum, sol taraf sağdan birazcık uzun, ensemi göremediğimden ensemdeki saçlar düzensiz, gözlerimi ovuşturuyorum, daha az alkol, daha az uyarıcılar, sabahın köründe, bogota'nın tüm çiğ ışıkları uyanık ve tüm FARC elemanları uyurken kalkacağım bir işe girme fikri.

yan komşum manuel, dairelerimiz ortadaki kapıyla birleşiyor fakat kapı kilitli duruyor, manuel düzenli olarak çeşitli kadınlarla grup seks partileri düzenliyor, esmer kadınlar, şişman kadınlar, ayak bilekleri yılan kuyrukları kadar ince kadınlar, yaşlı kadınlar, mutsuz kadınlar, manuel ve arkadaşlarının çıkardığı sesler rahatsız edici gelmemeye başlıyor ve hayatta olduğumu hissediyorum. arada hiç bilmediğim semtlerden topladığı tütünleri getiriyor bana, önce kurumasını bekle diye uyarıyor her seferinde, her seferinde üzerimde aynı çiçekli sabahlık, aynı mahmur hal, ve yakamda aynı kurumuş gül oluyor, gülüp geçiyor manuel. ona günlerce, haftalarca maruz kaldığım şiddet ve tacizi, ve salt buraya, tüm deccallerin cirit attığı bu gül kokulu çöplüğe gelmek için göz yumduğumu anlatmıyorum ve o da nereden çıktığımı sormuyor. güney amerika'nın mavi çatıları, meraksız, günlük, isli insanlarına alışıyorum.

kes şu saçlarını derdi, dinlemeyip sabun kokan lacivert nevresimlerinden kalkıp kaçtığım adam. katilliğime duyduğum hissizlik beni hayata bağlıyor, ara sıra burnuma çalınan metanol ve toz kokusundan öte perdomo kurtuluşum oluyor. 

Salı, Ağustos 19, 2014

rio - 19

çalıştığım küçük lokantada günde on tamale satarsam on iki real kazanıyorum. on tamale için yüz gram domuz sosisi, elli gram kadar acı biber ve acı biber sosu gerekiyor; yağlı saçlı, gut hastası patronum diego malzemeleri lokantanın karşı kaldırımındaki yüksek yokuşlu sokakta bulunan manavdan bana aldırıyor çünkü yokuşu çıkamıyor. diego tüm gününü lokantanın arkasında, tuvaletlerin yanındaki florasan lambalı pis odasında goyta-cano maçları seyredip, nadir olarak bulabildiği patlamış mısırı yiyerek geçiriyor; kimliğimi, nereden geldiğimi, neden atletimin göğüs kısmında devamlı bir kırmızılık olduğunu sorgulamıyor, lokantada mestizoların ve şeytanın karaktersiz tenor sesinin yokluğunda rahatım.

on iki reale kokain veya rom alınmıyor. on iki reale bir avokado, iki kilo domates ve bir kilo kadar mango alınabiliyor.

her geçen gün daha çok tırmalıyor sesin kulaklarımı, her geçen gün giydiğin atletleri daha az yıkıyorum ve bunun farkında değilsin, sevişirken dokunacağını söylediğin bölgelerimde bıraktığın yara izleri üzmüyor artık ve kalkışacağım eyleme hazırlıyor beni, getirdiğin boktan tozların da yardımıyla.

diego'yu şişmiş, mavi damarları akarsular gibi kalçasına doğru çıkan ayak bileklerini ovalarken, kan akışını hızlandırmaya boşuna bir çabayla uğraşırken görüyorum. karısı nina zamanını evde sokakta satmak üzere hazırladığı temizlik bezleriyle birlikte, ara sıra perdelerin arkasından oturdukları evin dar sokağının kenarındaki gongora'ları izlemekle geçiriyor. bordo gongoralar. yapraklarının içleri de dışları da koyu kırmızı, yeni kanamış, mis kokan açık yaralar, savaşlar, tren raylarına benzeyen. sırtımı çeviriyorum, bir bira doldurup kirlenmiş tepsiye, büyükçe bir kovaya daldırıp aldığım yer fıstıklarıyla beraber koyuyorum. saat dört, ellerim titriyor. yaram kanıyor, ilk defa ağlamak istiyorum, yine ilk defa annemi hiç özlemediğimi fark ediyorum.

rio - 18


rocinha. en kanlı, en ıslak, en kaygan ve kendimi en suçlu sandığım. beelzebub'u dinlemedim, köse vitor'un söylediklerine kulak asmadım, şişman komşumun korkulu, nefret dolu bakışlarına yüzümü çevirdim, ve şimdi burdayım. suçun, mestizo'ların en kalın derilisinin, klozetlerin en grisinin, hortumlardan akan suların en çamurlusunun olduğu yerde, leylaksız, lavantasız, beelzebub terk etti, tamamen yalnız ve korku içinde, bogota'da, ciudad bolivar'ın en ter kokulu, en ölüme, şeytana, en çok kana adanmış mahallesinde, perdomo'dayım. perdomo benim evim, vacio'nun üzerinde pireler, tek odalı perdesiz evin tiksindiğimden ve işsizliğimden her gün yıkadığım beyaz çarşafları, ocaksız, ısınmasız, gri duvarlı mutfağın kırmızı zemini, rocinha'dan yanıma aldığım tek şey, mavi saplı meyve bıçaklarım, artık giyemediğim delik deşik ipek gömleğim, yakut broşum ve köpeğim.

hatırladıklarım var, venezuela'da çeviren polis memurunun kalçama dokunan elleri, santa elena'da içtiğim yoğurt çorbası, eczane önlerinde bulduğum ativan kırıntıları, ve şeytanı deşmekten kaynaklı, olmayan pişmanlığım.

pek çok dostum, terk eden, arka bahçede çimenlerin üstünde, koka yapraklarının ekşi kokusuyla esen rüzgar, re'den melodiler, tozun içinde her daim beyaz ve temiz kalan parmaklarım, anneminken yakındığım, bozuk vücut algım yüzünden paramparça etmek istediğim ve şimdi var olmayan tüm yağlarım, rio'ya ait olan, paralıysan altı saat ötede kalmış tüm dakikalar.