Pazar, Aralık 30, 2012

26052012

bir yılan büyüyor içimde. 
kıvrılarak ışığı arıyor, pankreasımın yanından, ciğerlerimin arasından yukarı çıkmaya çalışıyor; yakıyor.
onu içimde tutmaya çalışmakta zorlanıyorum.
onu içimde tutmalıyım ki kötülükle gelen aklım, barışa olan engin özlemim,insanlığa ve insan olmakla gelen tüm öğelere duyduğum ağır tiksinti uçup gitmesin damarlarımdan
bu yılanın içimi gün geçtikçe zehirlemesine, içimi kurutup beni yapayalnız, yanlış ve ağlak yapmasına, beni küçültmesine, beni dünyanın en güzel çirkini yapmasına izin vermeme sebep, 
onun içimdeki varlığının, aklım, dengem ve kadınlığımın yegane temeli olması, beni küçüklükten, düzlük ve renksizlikten koruması, nefes alıp verdikçe içimi, kalbimi yakmasına rağmen, 
bunu, 
en azından idame ettirmemi sağlaması.
yılanım parlak, kaygan ve sert, 
yılanımın bedenimden kurtulup beni yalnız bırakmaya olan isteği ve inancı öyle güçlü, öyle büyük ki savaşı içimde, benimle ben olmak bu yüzden, 
tam olmak, sağlam durmak; işkence varlığıma. 
bitmeyen, bitmeyecek olan, bitmesine izin vermeyeceğim, çok coşkulu ve çok sessiz, 
kansız ama 
kemiklerimi paramparça eden bir işkence.
bu işkenceyle yaşadığım aşk
tüm varlığımın üstünde. 

Cuma, Aralık 28, 2012

25052012

dönüp duruyordu odanın içinde. kapana kısılmışlık hissi yoğun ve bir o kadar da yorgundu yoğunluğundan. çifter çifter yaşamak zor olduğu gibi dünyayla bağlarını da çoklaştırıyordu. her insan bir bütünlüktü, ve bir hiçlik, aynı zamanda. bir yüz görüyordu yanından geçen, çevresini saranlarda, bir kalp, ve herkeste kendilerini ifade edebilecek denli bir akıl. pek kıyaslayamıyordu. güzel nedir, hangisi daha güzeldir, insan neden sevilir, neden bir insan diğerine tercih edilir, bilemiyordu. varlık, sadece, işgal ettiği yerle insan varlığı, oydu; ötesine konulan sıfatlar çift sürdürdüğü yaşamını idame ettirmesini zorlayacak kadar harap etmişti sinirlerini. çünkü bilemiyordu. yeryüzünü yeryüzü ve insanı insan yapan tüm etkenler onu daha da yabanileştiriyordu, yabanileştikçe ifade yeteneğinden uzaklaşıyor, büyük bir hışımla ağzından hırıltılar çıkarıyordu. konuşuyor gibi yapıyor, konuşamıyordu. ayakta durgun, rüzgarla hafif hafif sallanan varlığıyla üşüyordu, sıfatsız, isimsiz, sessizdi. gözleri korkuyla doluyordu çokca vakitler, çünkü kimin dolmuyor diye düşünüyordu. bir suskun olarak, yokluğun içinde, düşüncelerinin çokluğu ve düşüncelerini barındıran benliğinin tüm manasızlığıyla ikiziydi kendinin.

Çarşamba, Aralık 12, 2012

24052012

öylesine yalnızım ki
sanki yokum
eriyor eski ben
ve yeni biri olamıyorum




üşüyorum burada ama üşümenin ne olduğunu anlatan yok bana. üşümek yani, bir his olarak üşümek nedir, dereceler, vücut sıcaklığı, rüzgar, bilmiyoruz.

burada uyuyoruz. uyurken düşünüyoruz belki, düşünmüyoruz ya da. aklımızda kendi çevresinde dönen atlar, çıngıraklı yılanlar ve sabah gözlerimizi açtığımızda irislerimizin arkasında derhal yerini alan suskun donukluklar var. bu donukluklar, yüzleşeceğimiz başka canlıların varlığını düşünmekle yerlerini, gözlerin her noktasından ayırdına varılabilecek dengesiz ve uyumsuz, yalandan tepkilere, insan gösterilerine, birkaç kişi olmakla gelen öne çıkma, fark edilme, cevap verebilme, aklını hissettirebilme yetilerine, veya bu yetilerin olma gerekliliğine, bırakmıyor bulunduğumuz yerde. donukluklarınla yaşayabiliyorsun. donuklukların seni mutsuz, umutsuz, fevri veya hasta yapmıyor, donuklukların seni tanımlamıyor burada.

bilim çizgilerden, yuvarlak sayılardan, kesinliklerden, göreceden uzak kuramlardan, varsayımsızlıklardan, ikilerden, dörtlerden oluşmuyor. gökyüzünde mars parçacıkları, yılan gözleri veya kıvrılmış yatan köpekler de görmüyoruz fakat. gerçek ve hayal arasındaki fark benliğimize belirlenmiş bir sıfat olarak konmuyor önümüze. yaşam, oluyor, izliyoruz. bizi insan yapan şaşkınlıklarımız değil. el değmemiş şaşkınlıklarımızı sakince karşılayan yine biziz. burada yorum hakkı bulunmuyor, çünkü yorum bulunmuyor.

etkinin tepkiyle karşılaştığı her dakika daha fazla insanlaştığın sizin dünyanıza rağmen, her tepkisiz kalan etkinin, tepkiye gerek duymadan havada asılı kaldığı yer burası. iyi kötü tepki vermedikçe koşuyu kazanamadığın, damgalandığın ve yerine oturtulduğun insan sahnelerinden uzakta, etkinin vücuduna girip çıkan milyarlarca manyetik ışın gibi seni habersizce içine almasına, durağanlığının hızıyla seni yaşama bağlamasına izin verdiğin, ama zaten tersini düşünemediğin, yer. dünyanın etkilerden oluştuğu, uzun servilerin gri denizlerin içinden çıktığı, ensen ve saç köklerinin birleştiği yerde, o bebeklikten kalma, yumuşak ve açık renk tüylerine rüzgarın değdiği ve tahta sandalyelerde otururken bakmaya başladığın ufuk çizgisinin sanılanın aksine sana giderek yaklaştığı yer. dünyanın  zaten dokunulmadıkça kendini koruyan etkilerinin, salt kendi ruhlarına zenginlik, prestij katmak uğruna gelişigüzel, yordamsız insan tepkilerine maruz kalmadığı, zehirlenmediği, adların uydurulmadığı, yer, burası.


Pazartesi, Kasım 19, 2012

23052012

ne zaman geçecekti, merak ederek çevresine bakıyordu, merak ederek nefes veriyor, yürüyor, kendine rahatlayabildiği bir cevap bulamadan uzaklara dalıyordu. bir dur diyebilseydi, bir yavaşlayabilse, çevresine bakıp sadece gevşetse tüm kaslarını farkına varacaktı belki; pek sevdiği menekşeler ağaçlardan çıkacaktı, satürn artık üzerine inilebilecek bir gezegen olacaktı, hiçlik bir mana edecekti; sadece durabilseydi, içi de dışı gibi sakinleşseydi, ah bir durabilseydi, durabilseydi bağırmayacaktı, parçalamayacaktı haksız olduğunu bile bile, küçük ıslak bir serçe gibi debelenmeyecekti böylece ve belki de mağrur, evet mağrur, ve evet, mazur görülebilecekti. hızını engelleseydi, titremeseydi kalbi gördüğü engin cehaletlere, o engin, o, hayatta gereksizce büyük bir yer kaplayan, o çok tutan taşlamacılığa karşı korusaydı kendini, kalbini, ve kadehlerini kaldırmasaydı savaşmak uğruna, ve kaldırdığı kadehleri savaşamadığı yerde, zira ne zor, ne ayıp görülen, ne kaba bir şeydi savaşmak; fırlatmasaydı zeminlere doğru, ve ardından kendi de yuvarlanmasaydı yokuş aşağı, ve birazcık, birazcık anlayabilseydi menekşelerin ve satürnlerin kalbindeki büyük ve azımsanamayacak denli saydam varlığını, ve bir olarak, bir varlık, bir canlı olarak, her ne kadar asıl benliğin ne denli küçük bir yer kapladığını bilse de, orda durduğunu, neticede bir zemini işgal ettiğini, ve o işgal ettiği yerde sağlam, aynı bir taş gibi, dikilmesi gerektiğini anlasaydı, ve neticede buna az da olsa bir saygı duyabilseydi, ve en azından birazcık daha az bulansaydı midesi bu duruma, o zaman belki, o zaman, geçecekti,

ama sonra büsbütün çelişmeyecek miydi,
bu üstü kapalı sürdürülen iç savaş; ve ruhu intikam almayacak mıydı bir gün
bu sakinliğe ve olağana boyun eğmiş
insansı hareketlerinden.

Pazartesi, Kasım 12, 2012

22052012

erkek kılığına girmiş bir kız vardı.

bıyıkları, smokinleri ve gürültüleriyle erkek değildi de, erkekler arasında sırf erkeklerin dünyasıyla yaşamaktan ve kadınların dünyasında kadın olamamak bir yana, duyduğu tiksintiden olacaktı,

bu siniri, küfrü, dehşeti,

ve neticede hormonlarından damlayan lanet sütler gereği bir o kadar da kadın olmaktan,

kaynaklı ikiyüzlülüğü, korkusu, tavrı, çığlığı,

ve savaş meydanında kılıç kuşanıp dövüşmesi gereken iki taraf,

karşı karşıya değil,

gene kendi içindeydi, içini koparıp yiyen hayvanlar gibi, allah varlığından bahsedilemeyecek denli kokuşmuş, bir o kadar düğümlenmiş, birbirinin içine girmiş, inatlarla, tutulmayan sözlerle, eskiye dair içte ne denli acı varsa hepsi ortalık yere saçılmış durumda, ve üstüne üstlük

sakin durulması gerekirken topluluklara, gruplara, arkadaşlıklara karşı, hiç tanımadığın, öksüzlükten gebereceğini hissettiğin anlarda yüzüne yapışması gereken tebessüm,

akıllı-sağlıklı-şeytan tüyleri-sivridilleri-görgüleri-sakinlikleri-pek mantıklıları-çok sinirlileri-ama gene de-haklılıkları

HAK. H. H. H. AK. PAK. KAT. KAT. KATMANLAR. 

sinirden kendini yerlere vurmak erkek tarafı sinirden kendini kasmak kız tarafı, kızlık, erkeklik, çaresizlik, sus, sus, kes, kompleks, sensiz, bensiz, 

(yeni yeni seramikten kilden çamurdan kurmaya çalıştığın evinizi yık molozlarına ayır, sinirden bileme ne yapacağını)

önünü göreme, körleş, şişkinlikler, laflar işit ama laflarla yaşama, olmaz, bahsetme, hiç, hiçlik, sus.

Perşembe, Kasım 01, 2012

21052012

etrafını çepeçevre saran bir sessizlikle yaşıyordu. bir gün geçiyordu, insanlar bağırıyordu, fırtınalar çıkıyor, sular dökülüyor, gözler yaşarıyordu, ve sinirler gerildikçe sesler yükseliyordu; oysa o, hayretle değil belki ama ağır bir kabul edememezlikle izliyordu çevreyi. katman katman sessizliğin altında kabuslar içinde, çığlık çığlığa, kabul edemeyerek, çok kızarak, çok ıslak ve hızlı, çok ağlayarak, müthiş bir öfke içinde yaşıyordu, öfkeyi derisine, organlarına yedire yedire, içinin dibini kazıyarak nefes alıp veriyor, ağır ağır duruyordu. öyle geniş, öyle haklıydı ki, haklılığı içine haksızlığı, yanlışları, yargılanmaları alıyordu, yutuyordu; yalnızlıkla, ilkler, sonlarla, aldatmacalarla, şikayetlerle yaşayacağına, onları koca lokmalarla yutup içinde eritiyor, geriye ortalık yerde ağzını açacak hiçbir şey kalmıyordu.

karanlıkta kabuslar görerek, nefessizlikten bunalarak, anlam veremediği huzursuzluklarla, ışıkların altında organlarının içinde mercan rengi dalgalarla parlayan kötülükler, şeytanlar, tansiyonlarla aşık ederken dünyayı kendine, öylece sessiz sedasız ölüyordu yani, bağıra çağıra, bütün derileri yerlerinden koparak yerlerde süründüğünü de kimsecikler bilmiyordu.

Çarşamba, Ekim 10, 2012

20052012

bir arkadaşım bir gece bana o kadar da önemli değil demişti.

aynı arkadaşım küçük sarı menekşelerden ve dolgun kasımpatılardan hoşlanırdı; sıcak havalarda evine doğru yürür, hissettiği sıcaklığın suratına ve dudaklarına verdiği pembelikle mutlu olurdu. hayat yani, hayatta o kadar da önemli değil bazı şeyler derdi. değildi tabi, değildi ama bu arkadaşım bir de söğüt ağaçlarını ve eski apartmanların giriş kapılarını severdi. saçlarını taramazdı, gerçi bazen tarardı. kötü hissetmezdi, iyi de hissetmezdi, hissetmezdi. bazı insanlar bu arkadaşıma bazı şeyler söylerlerdi, türkçe konuşurlardı, gerçi ne fark ederdi, ama sanki işlemezdi beyni bu konuşulan sözleri. bazıları buna kızardı; ama arkadaşım haklı veya haksız olmaktan fazlaca anlamazdı. konumlandırabildiği duygular değildi bunlar beyninde. oysaki bu arkadaşım tren raylarını ve sabah ışığını severdi. doğruyu ve yanlışı bildiğine inanırdı ama bunların doğru ve yanlış olarak iki ayrı kavram olduğunu kabul etmezdi. cinayet vardı, n'apsındı. bıçaklar, kızgın yağlar ve beyaz küvetler vardı, aşk da vardı. kadınlar, erkekler vardı, o yüzden doğru ve yanlış yoktu. nefes almak ve nefes vermek; durmak vardı. bu arkadaşım dünyanın en güzel bahçelerinde, en pembe laleleri koklayarak çıplak bacaklarını havaya uzatıp şişelerce şarap içmekten bahsederdi, sonra ifadesiz yüzünde bir boşluk oluşur ve sonra ağlamazdı. insan olduğum için yapmıyorum bütün bunları derdi. yani bu, insanlığın bir parçası değil, bütün bu söylenenler, yazılan, çizilenler, her hareket bir çaba sarf etmektir. ve aslında, tam da şu anda çaba sarf ediyoruz der, susardı. ama susması da öyle susmak değildi. susmazdı yani, konuşurdu. kasımpatılardan veya akşam güneşinden ve kaş'tan topladığı çakıl taşlarından.

sonra kayboldu o. dağlara gideceğini söylemişti. ve sonra bir mektup atmıştı. hiçbir şey öldürmüyor, yalnızım ama o kadar da önemli değil, aç değilim, kendime patates haşlıyorum. burda tek bir şey var sadece; dağların gürültüsü öldürüyor adamı; demişti. haber alamadım.

Pazartesi, Ekim 01, 2012

19052012

neden sonra kalktı oturduğu koltuktan. bazen koyverme isteği geliyordu. bazen gelmiyordu. düşünmekten kavruluyordu sözlerini. söylediklerini. bir yük biniyordu bazen, ağırlık çöküyordu, uyuşturuyordu beynini. düşünmeden de yaşıyordu, düşünerek de, gerçi fark etmiyordu. öyle çok söylenmişti ki hissetmediği ve aslında gerçekten olmadığı, gerçekten yaşamadığı ve gerçekten kendini vermediği; içinin yanması ona ne kadar suçlu olduğunu hatırlatmaktan başka işe yaramıyordu artık. rahatlamıyordu ama zaten rahatsız da değildi. suçlu bulunuyordu ama zaten kim masumdu. bazı konuların sağlaması yapılamıyordu. sağlamasının yapılabilmesi için bir şeyin yanlış olması gerekiyordu. bir şeyin yanlış olup olmaması neyi değiştiriyordu. en basitinden kalp kırmak ne kolaydı. düzeltmek ne zordu. üstüne üstlük, kırdığın kalbi onarmak hali hazırda zorken, bir de onarmanın kendisinin gereksizliğiyle uğraşmak gerekiyordu. yaşamla, ona küçük, mızmız bir çocuk muamelesi yaparak uğraşmak gerekiyordu. taciz etmek, dokunulmaması gereken yerlerine dokunmak, sinirden kısa kısa gülmesine neden olmak gerekiyordu. yaşam sana onarılması gereken kalpler, söylenmemesi gereken sözler, kıskanılmaması gereken kadınlar veriyordu. yaşam bir tek sana kendini vermiyordu, olabilmeyi. onu bulman gerekiyordu. ve yaşam; öylesine, öylesine kötü kalpli, öyle cahil, öyle boş bir var oluştu ki, kendini bulmak için cehaleti, art niyeti, yaşamaya uğraşmayı kabul etmen gerekiyordu. hatta sevmen, gülmen gerekiyordu. sonra, tabi, tüm bunlar, olmuyordu. sonsuza kadar mahkemeliktin o yüzden. kimsenin seni, zaten tam da önünde durduğun hakime dava etmesi gerekmiyordu.

rüzgar esiyordu. pencereye dokundu. dudaklarını yaladı.

Salı, Eylül 11, 2012

18052012

bir çatıya çıkmıştık. 

sabaha karşıydı, siyah beyaz karolarla döşenmiş, karoların çoğu parçalanmış bir apartman girişinden yukarı doğru merdivenleri tırmanırken karşımıza çıkacağından habersiz olduğumuz bir çatıydı; apartmanın marley merdivenleri bittiğinde karşımıza çıkan tahta kapıyı ittirerek açtığımızda kilitli olmaması şaşırtmamıştı, bir yandan ürkütmüş fakat sarhoşluğumuzdan geri adım da attırmamıştı; tozlu zeminde çıt çıkarmadan, sessizliğin içinde öylece kalakalıp etrafımıza bakındık. 

gözümüz karanlığa alıştığında başımızın hemen üstündeki yarı açık tahta ve üzerine demir kilitler çakılmış bir kapaktan gözlerimize küçük huzmelerle ay ışığının vurduğunu gördük. yana doğru, içerideki sessizliğe kıyasla büyük bir gürültüyle ittik kapağı; gökyüzü başımızın üstündeydi. merdivenin kirli kenarlarından tutunarak, açık havaya çıkıp; kiremitlere oturduk, rüzgar esiyordu. önümüzde yaşlı bir söğüt ağacı, karşımızda yüksek binalar ve altımızdan geçen onlarca insan vardı. seslerini duyuyorduk ama onlar bizi görmüyordu. konuşmuyorduk. 

şaşkınlıklarımız, ne söyleyeceğimizi bilemeden, bilmek istemeden, öylece durma haline çoktan dönüştüğünden, belki de yaşamla gelen tüm duyguları hissetmenin, tam da yaşamın kendisine adanan çok cömert bir övgü olduğunu bildiğimizden, ve bundan ölesiye tiksinmemizden, susturuyordu bizi. yaşamdan tiksinmiyorduk, hayır. yaşamaya uğraşanlardan, belki.

17052012

elindeki kurdeleyi avuçlarının içinde büzüştürerek arkaya kaykıldı, kafasını koltuğa dayadı, tavanı seyretmeye başladı. ne kadar sinirlense, nasıl bir öfke isteğiyle, hınçla kavrulsa da, inanılmaz bir neşe duysa ve kendini yerden yere atmak için can atsa da suratındaki donuk ifade değişmiyordu; yumuşak bir kumaş kayganlığında veya küçük bir zımpara parçası sertliğindeydi; fark etmiyordu, boş değildi ifadesi belki, ama donukluk yüzünün her kıvrımını öyle sarmıştı, bir maske denilemeyecek kadar yüzüyle bir, ve gerçeklikle ilgisi olamayacak kadar olağandışıydı. çokça baktıkça insani duygular vardı; ara sıra aklına gelen, hafızasından dakikaların neden olduğu insani duygular; birçok sayfası yanmış bir resim kitabının sayfalarını çeviriyormuşçasına silik, anlık ve kavruk insani duygular.


Perşembe, Eylül 06, 2012

16052012

her yeni gün başka bir ben buluyorum içimde, bu benlerden hiçbirini gözüm tutmuyor laf aramızda, hepsinde bir kusur, bir fazlalık, veya bir eksiklik görüyorum. içimdeki benler hiçbir şey bilmiyor, çabuk usanıyor zorluklardan ve kendinden tiksinmesi saniyeler alıyor. 

zor alışıyorum yokluğa, susuzluğa, susuzluk ve yokluğun aslında mana eder tek şey olduğuna kendimi inandırmak zamanımı alıyor, heyecanımı öldürüyor; yokluk, ağzımdan çıktı çıkacak iki kelimenin de manasız, sırıtan bir kendinde olma isteği olduğunu sokuyor gözlerime. alışamıyorum yani, susmaya, söylememeye alışamıyorum, ama bir yandan da tersini yapıp, çığlık çığlığa, eskisi gibi, tüm açıklığı ve yalınlıktan uzaklığıyla kusmuyorum durumumu, takacak bir ad bile bulamıyorum, bir durum komedisinden öteye gidemeyecek çıkarımlarla bir hayat kuracağıma, çıtımı çıkarmadan, hayatımı temeli atılmış, ve üzerine kat çıkılmamış bir halde, bırakıyorum. bilmiyorum. bilmekten korktuğumdan değil. bilmemenin büyüsünden.

Salı, Ağustos 28, 2012

15052012

pencerenın ahşap pervazları rüzgardan kırılacaktı, güneş batıyordu, yediverenlerle kapanmış verandanın önünden iki kedi geçti.

içeride dinginlikle bekliyordu, kadife koltuğun üstünde bacak bacak üstüne atmış, arkasına yaslanmış oturuyor, sessizliğin içinde, sol elinde bir bardak, sağ elinde bileğine dolanmış kırmızı bir kurdele ile karşıda sarı duvara bakıyordu. gözüne kare bir fotoğraf çerçevesi ilişti, alabalıklarla dolu yapay bir havuzun yanında çömelmiş, sırıtırken çekilmiş bir çocukluk fotoğrafıydı bu; dudaklarının kenarları hafifçe büküldü yukarı doğru, kısa bir nefes verdi, bardağından bir yudum aldı.

tüm zamanların ötesiydi, zamanın arkasındaydı, önündeydi, yanından geçiyor, üstünden atlıyordu, düşündüğü, kafasını kurcalayan tek şey anlatacak bir hikayesinin olduğu, ancak hikayesi, öylece, boşluklarla, boşlarla, durmakla dolu olduğundan salt, bomboş bir hikayenin içinin nasıl doldurulacağıydı. nefes alıp verdi. nefes alıp verdi. yavaş, kısa nefeslerdi. çıt çıkmıyordu. parkelerden çatlak sesler geliyor, genleşiyorlardı. dünü, yıllar öncesini, bugünü ve yaptıklarını düşündü. nefes alıp verdi.

bilmemekle başlayacaktı. çünkü bilmemek kırmazdı, sinirlendirmezdi; bilmemek bir zümreye ait değildi, bilmemekle övünülemez, gurur duyulamaz, bilmemekle zengin olunamaz, fakirleşilemez, kazanılamaz, kaybedilemezdi. bilmemek, var edemezdi yani; bilmemekle var olamazdın, yok da olamazdın, bilmemekle; alıntılarla, yarım yamalak fikirler ve mide bulandıran kendine güvenlerle, hırsızlarla, küçüklerle, büyüklerle yaşayamazdın, tutunamazdın, susup, kalırdın.

Cuma, Haziran 29, 2012

apati

bir kartal nasıl
odasız koridorları veya
kapısız salonları
anımsatan kanatlarını
çırpmadan
havada saatlerce
asılı kalıyor,
süzülüyorsa,
ben de hayatı, hayalleri, boş odaları, beyaz yatakları,
kırık ve çatlakları
böyle kalarak, durarak,
bakarak,
bazen bağırarak ve sessiz sessiz ölerek
içim içimi
yemeden
vermeden
almadan
konuşmadan
gerçekleştirmeden ve elimde tutmadan
yaşıyor gibi
yapıyorum,
ve neticede benim,
boynunu kırarak öldürüp
parçalayarak yiyebileceğim
kurbanlarım olması
besin zincirinin
beklenebilir bir halkası olarak
karşılanmıyor
acı ve tatsız
bir şekilde.

Çarşamba, Haziran 13, 2012

mevsim normalleri

kapıyı ani bir hareketle açıp savrulan eteğine aldırmadan içeri daldı. sıra sıra dizilmiş kütüphane rafları, sandalyeler ve yeşil bir sandık odanın ortasında, duvarları tamamen boş bırakacak şekilde duruyordu. sarımsı bir renk almıştı duvarlar, küf kokuyordu. içeriye doğru bir adım attı, dışardan bir kuş çığlığı yükseldi. güneş batıyordu, hava nemli ve sıcaktı. bir adım daha yürüdü, parkeden çıtırtılar geldi. eski bir odanın, eski bir köşesinde, bomboş sarı duvarlarla çevrili eşyaların ortasında kırk dakika kadar durdu. yere oturdu, eteği içine giren havayla kabardı, söndü. yana yatmış rafların arasından kalın kitaplar görülüyordu. rafı itti, kitaplardan tekini eline aldı, veba'ydı. neden bu odada bulunduğunu anlık bir insaniyetle düşündü, bulamadı, duvarlara baktı. merdivenlerden neden hızla çıkıp, bu kapıyı açtığını ani bir  çocuksuklukla düşündü, bulamadı, eteğinden sıyrılan diz kapaklarına baktı. neden herkesi terk ettiğini düşündü, sevginin, aşkın, insan olmanın nasıl şeyler olduğunu düşündü, hissetmenin, hislerin ne olduğunu düşündü, bulamadı, bulamadı, geri gidip sırtını duvara dayadı, başını hafifçe iki kez çarptı. nefes verdi.

çarenin kendisi o kadar mantıksız, öyle aptalca, öyle çok kullanılmış, yazılmış, çizilmiş ve üzerine öyle iğrenç gözyaşları dökülmüştü ki, çare hakkında öyle fazla konuşulmuş, başkaldırı, intihar, sözler, öyle yapışmıştı ki insaniyetin üzerine, çare o kadar tiksindirici bir hal almıştı ki yani, çaresiz olmak bir yandan keyif de verse, ve keyfin de tadı kaçmıştı oysaki; ve hiçlik de apayrı bir rezillik, başka türlü bir insani hastalık, bomboş bir aydınlanmaydı; ve geriye salt duvarları, nefesinin sesini, ve boşluğu bırakıyordu insafsız bir durgunlukla.

Salı, Mayıs 01, 2012

son.

proteinler sodyum, kalsiyum gibi alkali metaller veya cıva gibi d-blok elementlerince parçalarına ayrılan gıda maddelerinin içinde küçük parçalar halinde bulunur, nilüfer çiçeklerinde, iğne yapraklı ağaçların köklerinde ve yaprak diplerinde, siyah sincapların kuyruklarında ve queens açıklarında uzun bir apartmanın yüksekçe bir katından aşağıya atlayan genç çocuklarda da eser miktarlarda; hakaret ve küfür sözlerinin hecelerinde, atlatamadığın ayrılıklarda, aldatmalarda veya sevgisiz kaldığın tüm dakikaların içinde de bol miktarda rastlanabilir proteinlere; proteinler çok güzel bir kadının bacaklarının arasında birikmiş sıvının içinde veya kalple karaciğer arasında gidip gelen katalizörlerde de görülebilir; haz, öfke veya çaresizlikler çığlıkları hep aynı tizliktedir, hep aynı bölgeleri yakar ve izleri uzun zaman kalır; ağaç gövdeleri ne kadar kalınsa çizgileri o kadar mavidir, yaprakları bir o kadar sertçe sallanır rüzgarda ve rüzgar eserken nemli yatak odalarında denize bakıp iç geçirirken sevişmek çok çok büyük bir hazinedir; bir hazine de salt küçük ve yavaş bir göz kapağı hareketidir, kırmızı bir şişe veya beyaz çizgilerdir; yalnızlık halılara ağzından çıkan mikrobumsu sözleri boşaltmak veya küstah bir kadına tokat atmakla başlayabilir; başlamış ilişkiler kurşuna dizilmekle, intiharla veya dehidrasyonla, başak rengi saçlarla, yabancı kokularla ve iki bedenin arasına sıkışmış çürük protein artıklarıyla bitebilir; her şey olur, biter, veya döner, enerji bir yerde şartlar ne olursa olsun tükenir.

Salı, Nisan 17, 2012

10,4

ta ta ta
büyük kızın küçük sanrıları, sanmaları, sancıları, saklı gizli kirleri,
çokça yenilginin hissedildiği yaraları, sanki dünya yıkılıyor, yangın çıkıyor anasını satayım, her yerde morluklar, şişlikler, toplu boğulmalardan, tecavüzlerden çıkıldı sanki, bok var.
ta
ta
ta
bana hissettirmeyecekmiş meğer, ben anlamayacakmışım eline lüzumsuzca aldığı fırçalarla  boyamaya çalıştığı, körleştirmeye, köreltmeye çalıştığı kalbini, duygularını; aptalmışım ya, gitmeyecekmişim, büyülenecek, tenine, bacaklarına, damarlarına ağlayacakmışım günler boyu, o yaseminler, lavantalarla doldurduğu küvetinde intihar düşünceleriyle tatmin olurken, çünkü bok var.
bok var.
bok.
büyük kızın küçük sanrıları, oyuncak acıları, ağrıları, ağlaklıkları, ağları, andıkları.

Pazartesi, Nisan 09, 2012

10,3

ben çok konuşmam sevgilim, benim aklım yok
benden sana zarar gelir, veya gelmez,
benim içimde baykuşlar var çiyanlar değil, ben çok dövüldüm,
yaralarıma bakma, hoşuma gidiyor bana vurulması,
bana acımana lüzum yok, beni yerden kaldırman manasız, kendi kendime yettiğimi de düşünme, ilgisi yok,
yetmek, yetmemek,
bir anda çıldırmak, bir anda bütün hayatı istemek,
tüm sevgiyi, şefkati, tüm renkleri, bütün çarşafları, kelimeleri, tüm kitapları, tüm sokakları, dünyayı;
yaşlanmıyorum, gençleşmiyorum, ağlamıyorum sevgilim, ağlayamıyorum, -için bükülmesin dangalakça, gerek yok;
ölmekten korkuyorum, başımı duvarlara geçirmekten asla, baykuşlarla yatıp
kalkmaktan değil, gözlerimi oyan büyük böceklerden, mamba yılanlarından değil,
gözlerindeki o iğrenç tebessümden korkuyorum deliler gibi, beni bilmiyorsun,
çünkü insanları biliyorsun sen, bil,
insanları bil,
insanlarla oyna, insanlarla seviş, insanlara prens taklidi yap, onların hayatlarını kurtar, ben insan değilim sevgilim, bana yırtınma, umursamazlık etmeye kalkışma, bana kalbinle konuşma,
konuştukça zaman geçiyor ve nefret artıyor.

Salı, Nisan 03, 2012

10,2

la la la
ağaçlardan akan yeşil sızıntılar
la la
küçük elma kabukları, çürük kabaklar,
şişkinlikler, veba, çiçeklerle dolu yollar, kamü'nün gözlerinden öpmece,
akşamüstü kaldırımları, akşamüstü neşeleri, tecavüzden uzak ahşap masalar, tene dokunmalar, anlaşılmalar,
aynılık, aynalar, ayılmalar, aymazlıklar,
la la la la la la la
titrek seslere haşin çıkışlar, sert çarpmalara sakin gelişler, dökülmeler, kelebekli sanrılar, saçmalıklar,
saçmalıklar, saçmalar, saçılmalar, saçlar,
saçlar,
görüntüler, sevişmemin teklikten çıkması, tercihler, utanmazlıklar, ikililer, ikiyüzlüler, ikiyüzsüzlükler,


la la la la la la la la la
kopyalar, kopyalar, kopyalanmalar, kopmalar, kopukluklar


adam, adam, adam, adı olmayan, addedilmeyen, adileşen, adi, adi adi.

Salı, Mart 27, 2012

10,1

bir şarkı mırıldanırdım hastanede günlerimi geçirirken; yeşil ovalar, taze yapraklar ve kan kokusuyla, iyileşmeyen yaralar, sokunca derin sanrılara yol açan sineklerle ilgili bir şarkıydı; kollarımın arasında saçlarımı bütün gücüyle yolmaya çalışan bu kadına bağırmak istediğim, yüzüne sert bir tokat gibi inmesini istediğim tüm kendine gelmelerin özeti gibi bir şarkı; tüm ağaçların yenilenmesi, toprağın hiç kurumaması, hayvanların ölme isteğiyle dolup taşmamaları, durgun suların yüzyıllardır hiç hareket etmemecesine yaşadıkları dakikalar, hareket eden bulutlar, topraktan bulutlara doğru yükselen karbonlar, yanan kömür parçaları, sık çalılıkların arasından, ağaç kovuklarından süzülen mor ışıklar, güneşin batmasıyla su üstünde belirmeye başlayan tek hücreliler; insan duygularıyla, düşünceyle, hırsla, tabansız güven duygularıyla yoğrulmamış doğa; ve giderek güçlenen hıncı, organları olsa hepsini kullanarak kavradığı kılıçlarla bozguna uğratacağı, soyunu tüketeceği insanlık; sıkıca kavramazsam düşüp tüm bedenini salt duyguyla değil, en vahşi güdülerle yaşamaya devam eden bu felaketlerin içine fırlatacak kadını ya tüm gücümle yaşatmak ya da bütün zayıflıklarımla öldürmek için tahrik ediyor beni; ağır, kesif ve insanlığın, küçük erkek çocuklarının, küçük kadınların içlerine hapsedemedikleri çiğlikleri kusacakları kadar parlak bir istekle.  

Salı, Mart 20, 2012

10

kızın üzerinden lacivert ceketini çıkardı. beyaz kollarını boynuna dolayarak kucağına aldı. ceketi sırtına sardı, kırmızı yarasından vanilya kokuları geliyordu, kokladı, öptü yarasını, ıslattı. kız adamın kısa kahverengi saçlarına parmaklarını geçirdi, çekip bıraktı, sıkıca boynuna sarıldı. birkaç karga gürültülü kanat hareketleriyle kızı kaldırdığı çamurlu toprağa kondu; vücudunun izi kaldığı toprağı pençeleriyle eşelemeye başladı.


hep üstümden geçiyordu sözler ve altlarında kalmaktan boyun kemiğim, kafatasım kırılıyordu; kırılıyordu ama kalbime kadar inemiyordu kırık; kırığı engellemek için çünkü, sırf o uzun çatlak beyin damarlarımdan atardamarlarıma inemesin diye; öldürdüm, bıçakladım tüm duyguları; başımı kaldırabilmek için, başkaldırabilmek, başarabilmek, başlamak için, öldürdüm. izin veriyorum bu aptal adama, aptal; yaralarımı ve kesiklerimi bir yardım çağrısı sanıyor çünkü; bir küçük kız draması, intihara öykünme veya mırıldandığım çocuk ninnileri; bilmiyor, anlıyorum bilmemesini, bunların, tüm izlerin ve kıskaçların, aslında salt manasız bir hikayeden geriye kalmış artıklar olduğunu, bana artık hiçbir şey hissettirmediklerini, acıtmadıklarını, sadece durduklarını, ve bir yandan da, kasıklarıma baskı yapan kıskaçların, kıpkırmızı yaralarımın, derin kesiklerimin bir çeşit korkuyla doldurduğunu içimi ve yaşamaya devam etmemi sağladığını; bilmiyor, bilmesin ki kısa saçlarını böylesine kuvvetle çekmemin nedenini ona bağlanıyor olmam sansın; dramamın sığlığını, allahsızlığımı, kükürt kokularını görmesin, duymasın ki, gitmesin.

Çarşamba, Mart 14, 2012

9,5

çok sonraları düşündüğümde korkumun ve yenilgimin sadece tek bir adamdan kaynaklandığını anlıyorum; koskoca bir hissizlik yumağının içinde debelenirken ve çarptığım tüm bedenlere bulaştırırken ölüm duygusunu prusik asitler, kükürtler ve örümcek ağlarıyla, ve içimden fışkıran tüm vanilya kokularını; ve umursamazken pek de arkamdan dökülen tüm organ parçalarını, sadece yürürken durgun adımlarla, nefes alıp verirken ve geçip giderken; akan tüm dakikalarda duyuyorum bedenimde; bütün yaralarımda, beni acıtan adamın varlığını; beni sesimden alıkoyan, karnımı, kalçalarımı parçalamama, saçlarımı yolmama, tekrarlanan hareketlerle başımın sağ ve sol yanlarına vurmama neden olan, çam ağaçlarının, kabarık, siyaha çalan çalıların, küçük gümüşi rom kavanozlarının parlaklığına gözlerimi kapatmama zorlayan adamı; ağlamaktan vazgeçtiğim zamanlarda duyuyorum; çakılmak istiyorum, derin kuyulardan okyanuslara doğru, bulutlara veya herhangi bir yanardağ patlamasına doğru, çakılmak, karahindibalarla kaplı zeminlere doğru düşmek istiyorum; hızla, ama acı duymadan, çünkü acı çok uzaklardan duyulan bir çığlık veya lacivert bir gün batımı gibi kıyıyı dik kesen sivri tepeli dağların arkasından; koparıyorum kökünden ani bir hareketle kahverengi güzel bitkilerimi ve yaralarıma sürterek, saçlarımı okşayarak keskin uçlarıyla, ve inleyerek atıyorum kendimi ölü sinekler, menekşe yapraklarıyla dolu ağzını iştahla açıp kapayan kıskaçlarına doğru.

Pazartesi, Mart 12, 2012

9

plileri çamurlanmış eteğini yavaşça yukarı kaldırdı, düzenli bir şekilde açılıp kapanan kıskaçlara dokunmak istemiyordu; kıskaçlara etinin, kumaşların, ayaklarının değdiği an hissettiği korkuyla gelen tatmin duygusunun aniden kaybolacağını, çam ağaçlarının, siyah çatıların, salt ruhuna vereceği zararın boyutlarını düşünerek girdiği tüm kavgaların damarlarında dolaştırdığı o enfes duygunun uçup gideceğini adı gibi biliyordu; halının diplerinden büyüyen bu kahverengi bitkilerin güzelliğini nefesi kesilerek izliyordu; onlara dokunmaktan ve izlemekten çok daha ani, ipekten bir çaba sarfetmeliydi ki, aylardır ilk defa içinde büyüyen bu hisler daim olabilmeliydi, belki tekrar bir insan olabilir, tekrar bir insan bulabilirdi; belki ağaçlar, yeterince ılık denizler, yaban gülleriyle kaplı teraslarda el ele tutuşulup içilen ekşi şaraplar ölmekten öte duygular uyandırabilirdi içinde. yüksek binalara çıkabilirdi yine, heyecanlanabilir, saçlarını tarayabilir, yüz seksen derecede yanan fırınlara kapağını açmadan yalnızca bakmakla yetinebilir, sırf hakaret işitmek için denediği tüm aldatmalardan, mikrop kapmak için girdiği tüm ilişkilerden vazgeçebilir, sabahın köründe sokakta kimsecikler yokken kendine bir bardak daha doldurmaktan alıkoyabilirdi kendini; yaşayabilirdi; tecavüz dedi, içime sokmak için yeterince ince, ve keskinler. artık biliyorum.

Perşembe, Mart 08, 2012

8,5

zamanında bir hikaye yazmıştım kirli çarşafların üzerinde pineklerken fakat bu gördüğüm resim hikayede zayıflıklarımla canlandırmaya çalıştığım kadınlara ve erkeklere hiç benzemiyor; bu sahnede korkuyla, kırık camlar, veya içilmemiş akışkan sıvılarla alakalı bir şeyler var; bu yerde yatan garip kadının ağzından dökülen, deli saçması gibi görünen kelimeler bazı kapıları açıyor; yüzlerini hiç görmediğim ama her birini çok iyi tanıdığım canavarların, yüzyıllardır kuytu mağaralarda yaşayan bembeyaz canavarların isimlerini getiriyor aklıma; ekşimiş sütleri veya üç günlük bardakların içinde unutulmuş çay kalıntılarının üstüne büyümüş mantarları; güzel, çok güzel; yaraları ve örümcek ağına benzeyen izleriyle bu kadın bir tren kazasını andırıyor; üzerinden tonlarca yük taşıyan devasa trenler geçmiş, dünya savaşları, soykırımlar, kötü kokular geçmiş gibi bir güzel; ağzının yarası, alnındaki kesikler ve parmaklarından görünen mavi damarlarla bu tren kazasından o kadar tepkisizce kurtulmuş ki yaşadığına şükredemiyor insan.

Pazartesi, Mart 05, 2012

8

ani bir hareketle hala yarı baygın gözlerle bakan kadını belinden tutup omuzlarını yukarı kaldırdı, çamur ve kuru dallarla kirlenmiş ceketini çıkarıp üzerinde yattığı toprak zemine sinirli el hareketleriyle serdi, gözleri umutsuzluk ve heyecanla parlıyordu; çok benzeseler, aynı organlarını kesseler, aynı bardaklardan içseler ve aynı küvette yıkansalardı, ne kızın dar vücudunda devasa boyutlara ulaşacak olmasının düşüncesi bile tüyleri diken diken eden bu mide bulandırıcı bitki konu olacaktı ne de adamın ayaklarının altını simsiyah tozla kaplayan hastane koridorlarında yürümesi gerekecekti. ortalık sakinleşmişti, gölün üstünden yansıyan güneş ışınları adamın gözüne giriyordu; kızın yanına oturup karşı kıyıda sallanan çam yapraklarına baktı. kız mırıldanmaya başladı, siyah çatı, ince bir çam ağacı, -siyah çatı-, -ince, altın kaplamalı kapı tokmağı, bitkiler, halıdaki,- kıskaçlı, kaçalım, uzak, kaçalım yukarı doğru;

şaşırmamıştı, yutkundu, burnuna hafif, aydan kopmuşçasına bir kükürt kokusu geldi.

Çarşamba, Şubat 29, 2012

7,5

büyük yanılgılar, küçük adamlar, sığ bataklıklar ve bataklıklara adımlarını attıkça aslında boğulduğunu değil, derinleştiğini duyan kalabalıklar eşliğinde sürdürüyorum hayatımı; belki de tüm hislerin kırılan kadehler veya tüyleri dökülmüş papağanlar gibi giderek yok olmasının sebebidir bu; küçük adamcıklar, küçük kadıncıklar, minik, avuç içlerinden kayıp giden, aşağıya doğru kayarken, düşüp parçalandığında sesleri bile çıkamayanların koşturmaları, bağırış çağırışları ve tepkilerindendir belki; alnımda, burnumda, yüzümün her bölgesinde durduk durmadık yere çıkan çizik ve kesikler; durduğum ve yaşamadığım halde hayatın, en özünden, içimden, organlarımdan çıkmak istemesi, dayanamaması bunca sakin, korkusuz ve sessiz benliğime; yaratılmaya çalışılan manasız yaşamlardan midemin bulanmasıyla gelen durgunluk ve tam da o yaşamın yine de hınç ve heyecanla kusmak istemesinin izleridir kendini; vücudumun her tarafında çıkan kıpkırmızı yaralar, iltihaplar ve çizgiler. ve salt bu yüzden, kendimi kaybediyorum bu saatlerde, gözlerim devriliyor, boynum ve kasıklarım acıyor; önümde boylu boyunca uzanan ahşap zeminin ve renkleri solmuş halının üstünde başları kopmuş hamam böcekleri gibi kımıldayan ve süzülen bu kahverengi kıskaçları dehşetle izlerken.

Pazartesi, Şubat 27, 2012

7

toprağa düşmüş kuru çam yaprakları ayaklarının altında yüksek sesle çıtırdıyordu, ince çam ağacının gövdesine tutundu, yapışkan çam sakızı parmaklarına bulaştı ve garip, ekşimsi bir koku ağacın köklerinden burnuna doğru yayıldı. diz kemikleri ağrıyor ve eklem sıvıları kuruyordu, koyu sarı saçları kirlenmiş ve önüne düşen tellere siyah maskara bulaşmıştı. siyah çatılı eve doğru yürümeye başladı, rüzgardan karga sesleri ve yanık kokuları geliyor, yüzüne çarpıyordu; duymaya başladığı küçücük, zayıf korku duygusundan öyle kendinden geçmişti; sırtından siyah kanatlar çıkacakmış veya hayatının en yüksek, en şiddetli tatminini yaşayacakmış gibi titriyordu. evin ahşap kapısının önünde dikilmeye başladığında, asma kilidin zorlanmış olduğunu gördü, tokmağının altın rengi boyaları kısa çiziklerle soyulmuştu, ahşap parçaları ince kıymıklar halinde havaya kalkmış, esen rüzgarla sallanıyordu. kapıyı itip içeri girdi. fa minörden keskin bir vals çalıyordu. renkleri solmuş halının üstünde toprak olmamasına rağmen büyüyor gibi görünen kahverengi kıskaçlı bitkiler vardı.

Perşembe, Şubat 23, 2012

6,5

düşündüm de büyükçe bir yokluğun içinde elimde birkaç bavul beklemektense, bavulları kaldırıma bırakıp, koşmaya, üzerimdekileri yırtmaya, tüm sıfatlardan, delilik için uğraşılan tüm dakikalardan, boşuna, ve hatta komik çabalardan kaçıp kurtulmam - ne de olsa kendimden kaçamayacağım ya; yine de koşmam lazım; midem bulanıyor çünkü tutunamayanların diğer tutunamayanlara yakıştırdığı tüm sokak ağızlarından, yakıştırıldıkları isimlerle ayakları yerden kesilenlerden, cinselliklerinin darlığı, kalınlığı, organlarının kıvrımları, kemiklerinin şekilleriyle, gözlerine bürüdükleri ciddiyetler, ağızlarındaki ağrılı sözler, ellerindeki boyalarla değiştirdiklerini sandıkları şehirlerle; uyumamanın, duygudan kopmamanın, arkasındaki boşluk ve uydurukluğa rağmen salt farklılık yaratmak, öncü ve yenilikçi olmak uğruna kabullenilen, üstüne üstlük bir de kadeh kaldırılan akılsızca düşüncelerle yaşayanlardan, ayakta durduklarını, uyumadıklarını sananlardan, bir de küstahça duran ve bekleyenleri küçümseyenlerden bulanıyor; o kadar çok bulanıyor ki bu yerde yatan kadınla sevişmek, bacaklarını kendime çekmek ve kahverengi vanilya çubuklarıyla kazımak istiyorum dizlerine; insanlıktan çıkmak, susmak ve birer tabut yapmak için uyanmasını bekleyeceğimi.

Salı, Şubat 21, 2012

6

adamın akıl hastalığının ve ayaklarını sürüye sürüye gittiği ve yedi ay boyunca zaman harcadığı hastane koğuşunda kalıp soğuk lapa yemesinin arkasındaki neden bir evinin olmayışıydı; gözünde canlandırdığı dört kişilik beyaz örtülü yemek masasının üzerinde yenen akşam yemekleri, kardeşle oynanan oyunlar ve kovalanan köpeklerin hatıralarının güç kullanarak aklından silinmeye zorlanması; var gücüyle, tüm organlarını kullanarak kussa bile yokluk ve dümdüz, gri duvarlardan suratına doğru sızan acıyı; bunun ancak yüksek sesler, fahişelikler ve köklerini mezar taşlarına saran selvilerle cevaplanmış olmasıydı. koğuşta yatağın çarşafları sıklıkla değiştirilmiyordu; sarımsı bir renk alana kadar üzerinde yattığı çarşafların kokusu geliyor burnuna ve adamı daha fazla şişe biriktirmeye zorluyordu; tüm yaşamına sızmış o ekşi duyguyu örmeye, korumaya ve tutmaya çalışırken içinde, duvarlar fazla yüksek ve sert olmuştu, durgunlukları ve yükselişleri, bu yüzden sık aralıklarla ve şiddetli duyuluyordu.

bunlardandır ki, kızın ağzından dökülen sözleri duyduğunda, çok sevdiği kadın yazarları, mavi sabahları, güzel yükseklikleri düşünüp şaşırmadı; epey neşelendi aksine; iyiye gidiyoruz diye geçirdi içinden, sona doğru, bir-ki.

Cuma, Şubat 17, 2012

5,5

ıslak zeminde yatarken aklıma bir hikaye geldi, yirmi üç eylüldü, gölün etrafını çevirmiş yüksek tepelerden birine tırmanmaya çalışıyordum, bacaklarıma ısırgan otları batıyordu, havada vızıldayan sinekler kollarıma konuyordu. hava kararmaya başlamıştı, ortalıkta kimsecikler yoktu, aşağıdan kıyıya vuran suyun sesi duyuluyordu. çığlıklar ve organ nakilleriyle şekillenen, çıplak ayak bastığım toprak ve çimenden kapacağım mikroplar, bakterilerle tutkulaşan korku duyma saplantım büyüyeceğine giderek ufalıyordu, paraplatinler, haloksanlar için denenen ve sonrasında küçük bir parmak hareketiyle boyunları kırılan kobay farelerin depolandığı beyaz kavanozları, ucuz ve pembe fahişelerin dolaştığı kirli halıları, tabancaları ve süngüleri düşünmeme, tüm kapıları açık bırakarak uykuya dalmama, düzenli şekilde üç'lerde uyanmama rağmen, tüm bu felaketin ortasında kısa etekler, köprücük kemikleriyle dolaşırken yine de korku bekliyordu, korku yoktu, korkuyla uyanmıyordum rüyalarımdan.

engebeli yokuş hafifçe düzleştiğinde karşımda uzun ve ince bir çam ağacının, siyah çatılı küçük bir evi arkasında gizlediğini gördüm. kalbimden yüksek bir ses geldi.

Salı, Şubat 14, 2012

5

kıza bakmaya devam ediyordu, gözlerini kıpkırmızı örümcek ağı şekilli yaradan ayıramıyordu, sormaya çekinmekle yarayı tırnaklarıyla kazıyıp altından ne çıkacağının merakı arasında gidip geliyordu. devrilen şişeyi kaldırdı, kahverengi çamurlara ve kızın siyah çoraplarına kırmızı lekeler bulaşmıştı. hafif yana yatmış başını avuçlarının içinde tutmaya devam ediyordu, kızın gözleri açık ve saydamdı; bayılıp yere düşmesi veya tanımadığı insanların başında toplanmış olması, bacaklarında kırmızı bir ıslaklık hissetmesi veya ceketinin üzerinde dolaşan kurbağalar onu pek şaşırtmışa benzemiyordu; parmaklarını gözlerinin altındaki ince deriye götürdü, derin bir nefes aldı. güneş ışıkları zayıflaşmıştı, açık renk bir aydınlık kaplamıştı gölün çevresini ama kızın uzandığı zemin karanlıktı.

kızın dudakları kanamaya başladı. ağzını açtı. midesinin sol tarafındaki dar boşlukta büyükçe bir ibicella büyümekte olduğunu, karnının acıktığını veya açık havada kısa bir gezinti yapmak istediğini söyler gibi sakin ve donuk bir ses tonuyla fısıldadı. şeytanın kıskacı diye tabir edilir dedi şezlongtan fırlayıp koşan adamlardan teki.

Pazartesi, Şubat 13, 2012

4,5

rüyamda gördüğüm merdivenler uzanıyor önümde, başımı yumuşak ve nemli bir yastığa koymuşum gibi bir his; boynum, kemiklerim ağrıyor, kollarımdan, bacaklarımdan tutup herhangi loş bir hücrenin filistin askılarında geriliyormuşum ve ama yine de acı hissetmiyormuşum gibi veya; ayaklarım yerden kesiliyor ve ıslak çimenlerin hemen üzerinde, görünmez tek gözlü insanlar tarafından itiliyor, çekiliyormuşum gibi hareket ediyorum; uçmak gibi, dalgalanmak, gelmek ve gitmek; ve işin en fenası, burun deliklerimden beynime doğru damarlarımı kesen iğneleri hissetmek, ellerim bağlıyken sırtımdan defalarca bıçaklanmak, acıyı hissetmek isterken tek dileğim, tek maceram ve umudum; bunu beceremiyorum, beceremiyorum, uyanıyorum.


gözlerimi açtığımda boynumdan aşağı uzanan eller görüyorum, iki temiz tırnaklı el, bacağım istemsiz bir şekilde sağa doğru yalpalıyor, bir şişe kırılıyor.

Cuma, Şubat 10, 2012

4

kızın kıyıda yattığı yere doğru yürüdü, elindeki şişe ceketinin lacivert düğmelerine çarpıp ince sesler çıkarıyordu, derin bir nefes aldı, hava kiraz kokuyordu. küçük dalgaların vurduğu kum çamurlaşmıştı, çamur aniden yere yığılan kızın eteğine sıçramış, ceketinin üstünde öylece duran elinin üzerinde lekeler bırakmıştı. kurbağalar yaklaşan ayak seslerinden irkilip göle doğru zıpladı, kıza iyice yaklaşan adam yere eğildi, şişeyi kızın kıvrılmış bacaklarının yanına bıraktı, başını ellerinin arasına aldı, kapalı göz kapaklarının altından titreşen göz bebekleri belli oluyordu. koyu sarı saçları batan güneşin ışıklarıyla parlıyordu, dudakları kanlanmıştı, burnunun alnıyla birleştiği yerde iki küçük kesik vardı. elleriyle kavradığı başını avcunun içine doğru yatırdı, o anda boynunda olgunlaşmamış bir elma büyüklüğünde kırmızı bir iz gördü. mükemmel şekillendirilmiş bir örümcek ağına benziyordu.

Çarşamba, Şubat 08, 2012

3,5

çok üşüyorum, üşümekten ciğerlerim tozlandı ve kurudu; kurbağalar, planktonlar, sivri dişli böcekler var kasık kemiklerimin üzerinde gezen; gök kıpkırmızı, çatılar, arabalar ve kirli camlar görüyorum, iki katlı evimizin banyo küvetinde elimizde şampanyalarla davet etmiştik ruhları karo zeminde dans etsinler diye ve canım hiç yanmamıştı kırılan aynanın kesiklerinden; ellerini bacaklarıma götür, okşa beni, bir araba kazası, veya tren, veya on altısında kızların tecavüz partileri gibi seviş benimle, başıma gelen en büyük felaket ol, felaket, felaket ol, yaşamam için, kalkmam için, koşmam, kollarına doğru koşmam için; büyük, devasa bir yarasa gibi aban üzerime.

Salı, Şubat 07, 2012

3

peşpeşe yürümeye devam ediyorlardı, kızın yüzünün şeklini düşünüyordu ve kendi kendine çiziyordu hayalinde; küçük burnunu, kalp şeklinde dudaklarını ve açık kahverengi kaşlarını; kemiklerinden aşağı düşen sarı saçlarını ve çenesinden boynuna doğru uzanan ince çizgileri. bir an duraksadı, elindeki şişeden bir yudum aldı ve göle doğru baktı. ilerde iki şezlonga yayılmış, sigara içen adamlar vardı, gülüyorlar ve çiğ badem yiyorlardı, neden sonra suların kıyıya vurduğu yerden bir kuş ölmüş gibi sert bir ses geldi.

şezlongta oturan adamlar ayağa fırladı, şezlongun yanındaki servilere dayalı bisikletler aniden yere düştü. kıyıya doğru koşan iki adamın adımlarını izledi, şişeden bir yudum daha aldı. kıyıya vurmuş kurbağaların yanına uzanmış kızı gördü.

Pazartesi, Şubat 06, 2012

2,5

susadığımı, kirlendiğimi, derimin birbirine yapıştığını, çürüdüğünü hissediyorum ama bunu engelleyecek, değiştirecek, başımı yukarı doğru kaldırıp aydınlığa doğru bir adım atacak kadar da çoğalmıyor içimdeki bu hisler; çok acı, çok şiddetli ve keskin pişmanlıklar, düşüşler ve yükselişler yaşarken, fiziksel dünyama yansıtırken bu olan biteni; hiçbir şey olmamışçasına, her şey olup bitmişçesine, hissizleşmek, hislenmek, delirmek ve durmak arasındayken, yürüyorum; güneş ışığı çarpıyor saçlarıma, aşk uzak geliyor, yakın geliyor, konuşmak manasız, zenginleştirici duyuluyor; içmek, içmemek, uyumamak, yüksek binalardan atmamak kendini aşağı, derinlere doğru bakmak, nefes almak, nefesini tutmak; yeterince uzaktayken tüm bu hisler, sanki yakınlarda bir yerde küçük, titrek bir kız yaşıyormuşçasına dışımda ve organlarımı delecek kadar içimdeler.

Cuma, Şubat 03, 2012

2

kız uzaklaşmıştı, büfeye verdiği paranın üstünü beklemeden kıyıdan hızlı adımlarla yürümeye devam etti. aklından seri halde düşünceler akıp gidiyordu, kızın hafif rüzgarda dalgalanan koyu sarı saçlarından gözlerini alamıyordu ve içinden henüz gözlerine bile bakmadığı ve yüzünü bile incelemediği, yalnızca sırtının lacivert ceketinin altından görünen kıvrımlarına, boynunun şekline dikkat edebildiği bir kadını elinden tutup onu alıp götürme fikrinin korkunçluğu geçiyordu. kahverengi, kısa saçlarına dokundu, dudakları hafif aralıktı, düşünceler, hisler, sırtlarla, aşk yaşanabilir, sevişilebilir miydi; esen rüzgar ensesini yalayıp geçince kendi düşüncelerinden irkildi.

Salı, Ocak 31, 2012

1,5

adamakıllı yaşamak lazım, bir değil, iki değil, sanki yani, yıllarca aynı dakikaları yaşıyormuşçasına ve buna rağmen her dakikada farklı renklere boyayarak beyninin mukozalarını, devam etmek; çünkü neticede hisler bir yerde seni burkmaktan ve hazlara seni daha çok yaklaştırmaktan öte hayatını değiştirmeye yaramıyor; bir bar sandalyesinde veya güneş batarken çimlerde oturmanın verdiği o çizgilerin hislerinle yok pek bir alakası, sadece yürümek var örneğin; bakmak, durmak, soğuk havalarda çıplak yüzmek havuzlarda, uçurumlardan düşmek sonra; duygular yok yani; aşkın ıslaklıklarla, korkunun tavan aralarıyla, acımanın salt yalanlarla, kendini kandırmakla ilgisi var; bir havaalanının gitmekle değil, sabah içtiğin kahveyle, çok uzakta batan güneşin veya dağların veya denizin sonsuzlukla değil, elinde tuttuğun sigarayla, içtiğin kanyakla ilişkisi var; duygular yok; duygular insana mahsus ve insan yok; hayvanlar, güdüler ve doğadan arınmış mide bulandırıcı bir organizmalar kalabalığına duyguyu yakıştırmak, bayat.

Pazartesi, Ocak 30, 2012

1

göl boyunca kıyıdan ilerleyen mavi şeridin üstünde sağa ve sola doğru yürüyen bir kadın gördü. kısa bir etek ve siyah çoraplar giymişti, kulak hizasında biten dalgalı saçları vardı. yanına yaklaştı. kadın sol tarafa, güneşin battığı yöne doğru yavaş adımlarla yürümeye devam ediyordu, saçlarını kulağının arkasına atıyor ve arada sırada esniyordu. adam elini kaldırdı, omzuna doğru uzanmak istedi, suyun kıyıya vurduğu yerlerdeki beyaz köpükleri izliyordu. vazgeçti, takip etmek ve adımlarının hafifliğini izlemek daha keyif vericiydi. kaşlarını biraz yukarı kaldırarak göle doğru baktı. sahildeki büfeye yöneldi.

Pazartesi, Ocak 23, 2012

şehre,

bir çakıl taşı
büyüklüğünde,
kırmızı gözlü, hiç yorulmayan,
koşan ama nefes nefese kalmayan
canavarlarla;
ruhsuz, orta büyüklükte sevdalar yaşayıp dağları deldim naraları atan yabancılarla,
ahşap masalarda pirinç kokulu şaraplar içip dünyanın mavisini,
gökte dolaşan hayaletleri, siniri,
duyduğunu sandığından hayalperest
insan küçüklükleriyle;
yükseklikler, kaleler, kar, beyazlıklar, çamur ve kirlenmiş paralarla,
ucuz sevişmelerden kurtulup kendini kardeşliklerin, çizilmiş rotaların ortasında,
yollarda
bulduğunda;
nefes alış verişler
alış verişler,
almalar, vermeler;
bir olduğunda,
biz olduğunda,
-mavi, küçük uykularla-
sessizlikler, sesler, müzikler,
rahatsız şeytanlarla,
yorulmayan
hiç yorulmayan
boşalan, coşan
iki mavi
yaratık.

Pazartesi, Ocak 16, 2012

buzlanma

önceleri yağmur yağdığında, güçlü, akıntılı bir yağmur; sokaktan bir araba geçtiğinde lastikleri tozlu camda izler bırakarak, bir kadın inlediğinde ve sevilmediğini bir ipek kayganlığında hissederken küçücük kalbinde, adamlar geçerken teker teker, ince, kaygan kaldırımların üzerinden; büyük adamlar, ince adamlar, umursamaz, mavi, terli, güzel sözlü adamlar; ve kadın aldırmazken duvarlara dizili fotoğraflara benzeyen hayatını eğriltmeye çalışırken elleriyle;
şimşekler çakıyordu,
hayattan uzaklaştıran,
yatakların altına doğru atılan kağıtlar parçalanıyor,
dinin içinden çıkan şeytanlar, köpekler, kurtlar, döller çoğalıyordu; küçük, tozlu kasabalara doğru yöneliyorlar,
ve bu sırada kadınlar süslü hayatlarını eskilerden kalma bir gramofon sakinliğiyle sadeleştirmeye çalışıyordu, ölüm arzusuyla kendinden geçen kadınlar ve kurdeleler çıkartan küçük midelerinden,
çığlıklar atan kedilere, iblislere ve çiyan gözlü hemcinslerine doğru,
sevmedikleri adamlara yeniliyorlardı onlara doğru ısrarla, merakla, aptal çocuk inatlarıyla koşarken,
sonra bir anda duruyordu bu kadınlar; parçalarına ayrılıp, tecavüzlere alışıyorlardı, kadınlıklarıyla baş etmeye çalışırken dudaklarından kanlar, çamaşırlarından güller dökülüyordu.