Perşembe, Ocak 21, 2010

utanç verici biri olmak


kavramların yerini değiştiriyoruz, daha doğru olmuyor eskilerin yerine gelenler, sıvılarla kapatmaya ve kafandakileri silmeye uğraşıyorsun bundan, hayatın gerçek olan tarafları çıkıyor böylece ortaya, onları arıyorsun girip çıktığın veya kaldığın bütün hayatlarda, cam bardaklar gerçek, başınızın dönmesi; sözler daha samimi, görünmeyen paralar yok ortada, suratsız güçler; kimin nerden kaçtığı apaçık belli, yalan yok, gereksiz özlemler duyulmuyor eski günlere böylece, yapılacaksa yapılıyor ve bavullarun toplanması gerekiyorsa toplanıyor; beklenilmiyor elinde otobüs biletleri kaldırımlarda ve eğer sabahın köründe kalkılacak olunursa kaçacak bir tanesi için, terminale yetişiliyor, bütün neticeler üşüşmüyor akla ve tartılmıyor her hareket getireceği vakalarla; rüya görülüyor yani!, hem de ayaktayken, üzerinde yeşil bir elbise var, muavin kakaolu kek uzatıyor, almıyorsun, çünkü gittiğinde biliyorsun ki arkada kalanı düşüneceksin ve gitmediğinde her zaman orada varlığıyla deşecek kollarını ve acıtacak; senin yapmadıkların ve onun savaşları, şarkıları, kargaları, suni solunumları!, özgür dönüşleri, ki bunlar hep başkalarının yalnızlıklarından ibaret olacak, seni görmediğini ve dikkat etmediğini oysaki, rüyalarında görüyorsun; ve ruhlar yaklaşacak kürek kemiklerine doğru çarşafının içinden diye korktuğun zaman ışıkları açıyorsun, çiğ sarı bir ışık kaplıyor odayı; kaloriferler yanmıyor, gece uykuya dalmadan önce gözünden süzülmeye çalışan gözyaşlarını engellediğini düşünerek aynada kendine baktıkça daha çok şaşırıyorsun, boğazın kurumuş; rüyanda hayatının seçmediğin tarafını açık ve net gördüğünde, orda manolya ağaçları olmadığını ve sıvıların yetmediğini kuru bir hayal kırıklığıyla anlıyorsun, orda bütün kavramların yeri aynı tarafa doğru değişiyor, belki oraya doğru seni çeken bu, dar sokaklardan ve yokuşlardan aynı mananın çıkması; oysa seçtiğin ve yürüdüğün yol, durgunlukla kimi zaman ve vücut fonksiyonlarını giysi dolabın gibi kullanarak, ve yuvarlak gözlü bir trafik polisinin hızla geçen bütün arabaların ortasında elini kolunu sallayarak durduğu yerdeymişçesine, öylece yere bakarak, çiğ ışıklarla, büyük ve zararsız beyinlerle devam ediyor, sen büyüdükçe yollar genişliyor, güneş parlıyor, hala aynı yerdesin, sinirlerin önünde durduğun masaya ve çamurlu kaldırımlara bağlı, trenler kalkıyor saat başı ve kalıyorsun, istediğinden, ve dünya, o koskocaman yuvarlak, senin evinden ve kahve fincanından başka bütün parçalarla içindeki, suçlu olduğu için, ve bütün sabıkaları senin üzerine kayıtlı olduğundan.

Salı, Ocak 12, 2010

yavaş sökülmeler

seninle birlikte büyüyen bir bebek arabası elinde, ayakkabılarınn kırmızısı çok rüzgar esen şehirlerin tozla kaplanmış kaldırımlarına bulaşmış, rengini attırmış, kavuniçiye dönmüş burnu ve topukları; zayıf hissetmiyorsun kendini hayata karşı aslında, daha olmamış bir sürü hikaye var, kumral dalgalı saçlı arkadaşlarına anlatacağın herhangi bir bahar ayında, çimlerin üzerindeyken; ayvalık'taki yazlığı getirsen aklına mesela, o kadar da zayıflamıyor hayatın, sen bisikletin üzerinde, saat yedide akşam ve beyaz saçlı karı kocalar enginarlarını yerken yediverenler açan verandalarında, sürerken deniz kıyısı boyunca, beyaz zambaklar değerken dirseklerine ve acıtırken zehirleriyle; göğsüne çarpan rüzgar zayıf hissettirmiyor hayır, bütün söylediklerinin kumları havalandıran lodosun arasında birilerinin canını acıttığı düşüncesini getirmiyor aklına, balkonlardan gelen çatal bıçak sesleri, sürahiye doldurulan su, senin bisikletini sürdüğün o upuzun güneşli yol ve yerdeki çarpık kaldırım taşları dengede duramadığın zamanları, herkesi, kendini aldattığın sabahları ve çarşaflara sarıldığın geceleri, fotoğraflarını çektiğin mavi alacakaranlıkları hafifletmiyor, ama zayıf da değilsin o an, yeşil desenli kirlenmiş halının üstüne oturup sırtını yatağa yasladığında, dururken sadece, ki durmak ne zamandan beri gardını arttırıyor insanın, soluklarını yavaşlatıyor, o bir gün satın alıp içinde yaşayacağın küçük gül kurusu evin verdiği heyecan salonun ortasında bomboş duran bir küveti getiriyor akla; kendi iplerini çözmeye başladığın an yani, vücudunu ve bileklerini sarmalayan bütün kırmızı iplerin düğümleri serbest kalmaya başladığı an anlıyorsun ki nefret çarpıyor odanın bütün duvarlarına, bu sırtından dökülen inciler kadar üzmüyor seni, rüyanda yüksek sivri uçları ankara'nın soğuk bulutlarına çarpan canterbury katedralinin ulus meydanında yükselmesinin, katedrala giden rayın üzerinde vızır vızır ilerleyen yuvarlak hatlı küçük arabaların yaptığı hızın, veya yanlarından sular dökülen spirallerin küçük insanları aşağıdaki duş kabinlerine götürdüğü garip eğlence merkezinin huzursuzluk verici, bir o kadar da anormal olduğunun farkına varıyorsun, yavaş yavaş anlatmaya başlıyorsun kendini sana, duşun altında, gözlerini kapatarak; elli kilo kadar bir suçluluk duyuyorsun ve söylenilenin aksine bu geçmiyor. ama anlıyorsun, baharda güneş batarken yine de kalbin çarpacak, ve ruhunu ayarlamak istemeyeceksin doktor masallarıyla, senin gibi, bütün gülümseyen kadınların bakımsız bir havaalanında toplaştığını düşüneceksin, uzaklarda, bir adada tek odalı bir apartman dairesi bulmak için, ve suçu paylaşmak, parçalara bölmek, üzerindeki yapay vişne aromasıyla küçük kağıt kekleri dağıtıp yermiş gibi, yüzsüzce.