Perşembe, Temmuz 29, 2010

umudun umarsızlıkla geçici aşkları


oya uyandığında plaza oteli'nin halka açık tuvaletlerinde unutulmuş iki günlük bebekleri ve tezgahın üstündeki turkuaz kutularda incileri topluyordu bordo üniformalı bask kadın, ki kırmızı şaraplı kola bardaklarında hayatını unutup gitmişti, en azından yapabilmişti; kadın turkuaz kutuyu eline aldı, kadifemsi kapağına dokunup, açmak istedi, bacaklarını birbirine dolamıştı, dudaklarını ısırıyordu; oya hala yataktaydı, güneş hiç de parlamıyordu, tam bu sırada tuvalete erkek pantolonlu bir kadın girdi, kolunda askıları yerleri süpüren pantolonunu çekmekle uğraşan kısa saçlı bir adam vardı.

rüya her gün tekrar başlamak aslında, aynı heyecanla aynı müzikleri dinlemek, aynı yokuşlardan inmek, hiç keyfini kaçırmadan ve kötü hatıralarla büzüştürmeden aklını; hep doldurmak vücudunu sıvılarla ve aklını dünyanın ağırlığıyla, ve hiç değişmemek, bir desimetre kadar ilerlememek, ruhun ve vücudun adına karar verememek ve hiçbir sonuca varmadan da ayakta ve rüzgarlı kalabilmek.

kadın ellerini yıkıyordu lavantalı sabunla, kokusunu almadan, adamın omzuna dayamıştı başını ve böyle yanyanalarken hiç de kötü gelecek gibi değildi saatler; sanki yerlere fırlatmayacaktı kimse kendini ve başka kimse olmayacaktı kelebeklerden ve güneş gözlüklerinden hoşlanan ama ölmeleri pek umurlarında olmayan, sanki hep onlardı kahvaltıda mimosa içen ve konuşmadan sadece merdivenleri çıkabilen; o an aslında gerçekten bunun olabileceğini yansıttı su damlalarının hiç de leke bırakmadığı ayna; iki kişinin anlaşmasını beklemiyordu, güneş doğmadan kimse koşmasındı zaten sokaklarda, ama yine de umut vardı, tüm sözleri unutup, gözlerini odaklasalar bulutlara mesela, orada umut vardı, birazcık daha uğraşsalardı belki yirmi dört gün boyunca sadece ananasla beslenip, yavaş çözülmeler yaşayabilirlerdi; belki vücutlarındaki zehri dışarıya atmak uğruna yaptıkları her hareketi, içtikleri her damlayı, kaslarının bütün devinimlerini sonuna kadar götürmeseler, duvara toslamak zorunda hissetmeseler kendilerini, belki matlaşmayabilirdi hayat; yeşilyurt sokak'ta 13 numara'nın siyah kedisi belki hala begonyalı balkondan şehre doğru inen kavuniçi etekli kadınlara gözlerini dikmiş bakıyor olabilirdi, nefret sadece yüksek binalara olurdu ve var olan tek kavga kendinle.


ve hiç gerçekleşmeyecek tabii rüya, rüya olmasından yani, ve turgut dede bunu onca anlatmıştır zaten yıldızlı istanbul gecelerine ve bulutlara bakan bütün erkeklere; canını acıtması belki de doğruluktan, hayalden payını alamayanlara adamaktan yorulmuş ruhunu, ki eşitlensin, ruhsuzlukla, bazın asiti öldürmesi, gidermesi gibi tansiyonunu, durmak yolun sonuna kadar, içine doğru koşarak durmak, ve yitirmek neticede rüyayı.

3 yorum: