Salı, Ağustos 18, 2009

yavaşlayan hayata ellis kreması


oya, beyaz duvarlardan fışkıran kanla dehşet ve sersemlik arasında bağırarak koşuşturan beyaz önlüklü kadınlar ve adamlarla, mavi bikini kumaşlarının kenarlarından bileklere doğru akan güneş kremine bakarak cinli kokteyller içen kadınlarla, çevresinde olup biten hiçbir kokuyu duyumsayamayan, konuşulanları duymayan, hareketten yoksun, beyaz çizgili pijamasıyla kumaşları yırtılmış haki bir koltukta oturan bir adamla ilgili rüyasından uyandığında hiç de terlememişti; patileriyle gözlerine yanlışlıkla bastığını fark etmeyen, hızlı hızlı nefes alıp veren köpeğini yorganın altına saklayarak duş almak için çıplak ayaklarını beyaz parkeye bastığında evde yalnız olduğunun ayırdına vararak nefesini tutmaktan vazgeçti, soğuk taşların ve sert parkelerin üzerinde dolaşmaya başladı.

dudaklarının kalkmış derilerini soyuyordu dişleriyle, ve haritadan baktığı kaldırım fotoğraflarını düşünüyordu, öğleni geçmişti saat; nasıl da birbirine bağlanıyordu yaşadığı tüm anılar, sevdiği biçimsiz heykeller, insan yüzleri, kahve makinesinden gelen mide gurultusuna benzeyen sesler bile anımsatıyordu, anımsamak iyi mi geliyordu bilmiyordu, dümdüz, incecik bir çizginin üstünde dengede durmaya çalışırken; bedenini sarmalayan tüm değişkenlerden, bütün sözlerden ve renklerden algısını besleyerek ve yine de harekete geçmeyerek, bir kelebek ömrü misali yani, kanatlarının fazla açılmamasına dikkat ederek, ki hiç de tarafını tutamıyordu masumiyet müzelerinin; ayırdına da fazlasıyla varamıyordu kime yaraya tuz ve kime şirinceye füme olduğunun. bütün hayatı yani, artık bu komik midir, yoksa sürüncemede bırakma hali midir!, büyükçe bir yapbozu bozup tekrar yapmak ve sonra tekrar bozmakla geçiyordu, bütün parçalar hep aynıydı, güzel, neşeli ve ışıklı parçalardı bunlar ama belki de fazla temiz çabuk kirleniyordu, veya bu yapbozdaki bütün müthiş parçalara; kristallere ve serin arka bahçelere işte, tepeden, hiç orda olmamışçasına, veya olmayacakmışçasına bakmak kaşımaktan yara olmuş, damarlarının üstünde kırmızı benekler çıkmış ve yine de kaşımaya devam ettiği iç kısmı gibi geliyordu dirseğinin.

akşam üstü oya saat kulelerini, osmanlı saraylarını, planörlerle uçmayı, kafasında dönüp duran bütün hayallerine rağmen tamamlayamadığı cümlelerini ve veremediği cevaplarını düşünürken, ve yine de basitleştirebildiği için yaşadığı her dakikalık komediyi ve acıyı, balkondaki akşam sefaları ve japon güllerinin yanında duran masaya örtüsünü serdi, masanın dayalı olduğu koyu yeşil apartman duvarına asılı eski bahçe kapısının üstünde üç tane cam şamdan yavaşça şıngırdadı.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder