Pazartesi, Kasım 02, 2009

ellis kadınları bu defa bıçaksız



çok şaşaalı laflarla büyüyen ve damarlarının üstü mavi kalemlerle işaretli, gülümseyen, kedi sarısı saçlarının içinden küçük düğümler ve kahverengi ipler geçen, kavuniçi elbisesinin omuzlarından dökülen dantellerinin üzerine hafıza kaybı yaşayan bir akrabadan hatıra kirlenmiş elmas bir broş geçirmiş bir kadın çınar ağaçlarının altında birikmiş ve kurumuş kahverengi yapraklara basmaya dikkat ederek yürüdüğü kaldırımdan davet edildiği, su boruları öndeki gül bahçesine doğru kayan krem rengi eve geldiğinde tavuk karası kıvamında akşam olmuştu, tepelerin üzerinde lacivert pelerinli adamlar belirmişçesine heyecan kapladı içini, okuduğu bir romanı hatırladı; paslanmış yarı değerli taşlı broşları kabanından, beyaz ütüsüz gömleğinden ve tüysüz ve ölü derisinden geçirdiği saniyelerle yaşayan adamların olduğu bir romandı, bir otel yanıyordu şömineden sıçrayan ateşlerle, trabzanlarda orta yaşlı çirkin bir kadın duruyordu, taa zamanında yanlış seçimi yaptığı için saçları hep kirli, otel yanmaya devam ediyordu ağır halıları, yüksek tavanları, suratsız garsonlarıyla, broşlar pembe deriyle sevişiyorlardı, kaynıyorlardı birbirlerinin içine ve mikroplanıyorlardı yavaşça, algılayarak.




kapı aralıktı, müzik sesi gelmiyordu, yanda sallanan söğüdün dalları vuruyordu ikinci kattaki banyo penceresine, ve gölgesi küvete doğru düşüyordu, biliyordu; banyonun yerini, küvetin beyazlığını, küçük sarı lekelerini, ev buz gibi olurdu ama su her zaman sıcak, salon tezgahının altındaki dolaptan alınmış kristal kadehlerden içtiği pembe şarabı, vücudu temizlenirken, duyuları acıya doğru açılırken her geçen dakika, ve duyulurken içerden raylardan korkunç bir gürültüyle geçen yataklı tren sesi çıkarmaya çalışan adam.




midesi bulanmıyordu, çok büyük küpeler takmış, vicodin kollu kadınlarla, bütün yaşamlarını küvöz oksijeniyle geçiriyormuş gibi duran çok güzel adamlarla konuşmaktan çekinmiyordu beklediği kadar, biraz gözleri seğiriyor, kirpiklerine acemice sürdüğü maskara göz bebeğine değiyor, batıyordu, yanağını aşağı doğru çekiyordu maskaralar çıksın gözünün içinden diye, burnunu çekiyordu sonra, mor bir kadehle ne kadar çok lunapark kurulabileceğinin yeni ayırdına varıyordu, ne çok duvar yıkılabileceğinin, kaç vücudun aldatılabileceğinin, nasıl güzel sesler çıkarabileceğinin bu mor kadehin, içindeki parlak limon sarısı sıvıyla, loş turuncu ışıkta parlayan. hayır diyordu adam, parmakları havadaki ametal oranlarıyla bir derdi varmış gibi oynuyordu, korkak antiloplar gibi kaçışıyoruz, ne zaman beyaz korumalı tanklar görsek sokaklarda, kendi dışkılarımıza bulandırılsak, kızsak, bağırsak, sonunda yine kaçıyoruz, susuyoruz, yaralarımızla kalıyoruz ve iyileşmelerini bekliyoruz', kızarıyordu adam, çene kemiği güzeldi, derdi güzeldi, onunla yalnız kalınabilirdi, baş başa, veya kendi kollarının ve dizlerinin sadakatine terk edilerek.




yüksek tavanlı ve lekeli küvetli bu evde uyanacağını içten içe seziyordu ama saklayacaktı bu sırrı, içinde, diğer bütün hayaletleriyle birlikte, bütün günahları, kendini sevmediği dakikaları, yemediği bütün öğünleri ve gitmediği şehirleriyle birlikte, büyütüp, içine sığmaz hale gelene kadar, ki birbirleriyle sürtüşüp yıpranmasınlar diyeydi zaten, bunca sıvı alımı, bunca unutkanlık, mahmurluk üreten.

1 yorum: